sözcüklerimi nadasa bıraktım bu aralar. bi’ gülün dikenine sarılmakla, bi’ vedanın alnını öpmek arasında kaldım. her ikisi de kanatıyor beni ama kanı durduracak tek hekim de sensin. vâkıa, içimde bir suskunluk mahşeri var. sadece kalbim değil, aklım da kurak. anladım ki bazen susmak da bir çığlıktır. ve ben bu çığlığı duymayacak kadar gürültülü bi’ dünyaya doğmuşum. sabah ezanıyla uyanıp, akşam ezberlerime gömülüyorum. kendime yazdığım her cümle, bir başkasının adıyla bitiyor. ve bak bu da gösteriyor ki yazmak, bazen bi’ kaybın yasını tutmak değil, onu yeniden yaşamak oluyor. bi’ vakit, göğsümde ağır bi’ kelime taşıdım. şimdi o kelime, kâlû belâ’dan kalma bi’ hece gibi ne dillerde var ne yazılarda. ama ben yine de sana benzer her heceye meftûn oluyorum. gözüm, göğe dönük ama duam hep yeryüzüne dair. ne zaman içim kabarsa, bi’ şehir çöküyor üstüme. ve ben her seferinde, o şehrin en tenha sokağında adını sayıklayan biri oluyorum. gelmiyorsan, hiç değilse adını geri ver. çünkü ben artık seni değil, seni anımsatan her şeyi unutmak istiyorum. lâkin ne vakit unutsam, seninle konuşmuş eski bi’ kalem uyanıyor elimde. ben de yazıyorum. çünkü yazmak, bazen bi’ kalbin kendi cenazesini kaldırmasıdır.