Gülmekle ağlamak arasındaki o uyuşukluk durumu, kalıp gibi yapıştı ruhuma. Hiçbir şeye gerektiği gibi ve yeteri kadar tepki veremiyorum ya da her şeye aynı tepkisizliği gösteriyorum. Vedalaşamıyorum içime attıklarımla, tutarsızlıklarımla, atıp, tutamadıklarımla. Beni kendimden ayıran belki de buydu. Bana eziyetlerin en kıdemlisini seçmişsiniz, hiç zorlanmadan, sanki yıllardır bunu bekliyormuş gibi, öyle olağan ve bir o kadar da bilmişlikle. Canı yanmanın ateşle bir ilgisi olduğunu o kadar iyi anladım ki, ateş düşüyor çünkü canına insanın. Salt acıyla ilgili yok yanmanın, en çok ateşle ilgisi var, belki de insan kendi cehennemini içinde taşır derken bunu kastediyorlardı. Hasretten ölmezdik belki ama o ateşten ölebilirdik, kolayca. Kendini yakma cesaretinde bulunanların içinde de o ateş olduğundan belki bu kadar kolay cesaret edebildiler. Kendimi iyi hissetme denemelerim yine başarısızlıkla sonuçlandı, odaklandığım her şey buhar gibi uçup gitti, uçan bir balon kadar yer etmedi hiçbir şey içimde, o ateşten başka, hoş oraya ne düşse yanardı, ondan belki de düşüremedim. Düşünmeden yaptığım ya da yapamadığım bazı şeyler bulunduğum durumu kendiliğinden kolaylaştırdı, böyle olması gerekiyordu çünkü bir de onlarla uğraşamazdım. Bu hikâyeyi de beceremedim, bu saatten sonra hikâye yaşamak değil, ancak yazmak gelirdi elimden, daha çok yaşamadığını yazabilmeli bence insan, yaşayamadıklarını anmak için. İkiye bölünen her şeyin içinden büsbütün acı ve sıcak bir gözyaşı döküldü, yüzümü atlayıp, çakıldı yere, beni her şey atlayıp geçebilirdi, hatta kendim bile. Kendimi bölüp, parçalayamadığım, aynı zamanda bütünleyemediğim için de yarımdı her şey. Acil bir çıkışım olsa, kaçıp, kurtarsaydım kendimi benden. Sarıldığım her şey kayıp giderken, arkalarından sessizce el salladım, o çarpık gülümsememle, tutunduğum her şey bir tık daha o sondaki sonuca yaklaştırdı beni.