İşte eylül sonları hep böyledir. Geçip giden, sadece kuruyan dallar arasından süzüle süzüle toprağa düşen, hayatın hüzünlü ritmine karışan yalnızca yapraklar değil. Ben sadece, söğüt ağaçlarını saran kuş sesleri arasında dünyaya sunulmuş bir cennet hayal ediyorum. Renklerin, gurubu kıskandıran o muazzam cümbüşünü, dökülme telaşının göz kamaştıran estetiğini görüyorum tek bir yaprakta. Göz alabildiğine uzanan yemyeşil bir yola, eylül güneşinin sarı ışıkları düştüğünde, yaşamın kendisini kucaklıyorum.
Sanki durgun bir denizim. Düzlükte güneşin bir parçası görünüyor; köz gibi, kıpkırmızı. İnceden esen seher yeli yorgun yüzümü okşuyor. Uzaktan, çok uzaklardan buğdaylar hışırtıyla dalgalanıyor. Denizin tuzuna karışmış kederin kokusu geliyor burnuma. Acımı düşünürken sevgiyi düşlüyorum o anda. Bağışlamamak, en çokta kendini, en derin gerçeklerin anlamını, en güzel duyguların ürpertisini unutturabilir insana. Milyonlarca yıllık güneşin ışığını, yeni açmış binbir renkli bir çiçeğin parıltısı gibi gösterebilir. Ölüm gibi acıtır seni, yeniden doğduğun aşk.
İşte eylül sonları hep böyledir. O muhteşem renkler kimi zamam şahane vedaları kucaklar. Hüznün mevsimi sonbahardır,
Hatta düpedüz eylüldür ve hüzün,
bazen eylül kokar.