Bir zamanlar her şey çok parlaktı. Nefes almak kolay, gülmek sıradan, sevgi sıcak bir sığınaktı. Sen vardın, ben vardım ve aramızda kelimelerden öte bir bağ… Bir dokunuşla yüreğim aydınlanır, bir bakışınla bütün karanlıklarım dağılırdı. Ama işte şimdi, ne sen varsın ne de ben aynı kişiyim.
Kendi içimde kayboldum. Sen gittin, ben de kendime küstüm.
Her gece kendi gölgemle konuşuyorum. O sessizliğin içinde kaybolmuş bir ses gibi yankılanıyor anıların. Bir zamanlar sevgi dediğimiz şey şimdi yalnızlığın en keskin yüzü oldu. Dokunduğun yerlerim acıyor hâlâ; adını anınca göğsümde bir taş büyüyor, büyüyor, nefesimi kesiyor. Her nefes, senin yokluğunun dumanıyla dolu. Her adım, seni kaybettiğim günün yankısı.Kendimi kaybettim bu yolda. Aynaya baktığımda tanımadığım biri var karşımda. Yorgun, tükenmiş, ama hâlâ bir şeyler bekleyen… Beklentilerim bile küllenmiş ama içimde bir kıvılcım sönmemekte ısrar ediyor. Belki bir gün, bir mucize olur da bu yangın diner; belki biri uzanır, “kalk” der bana… Ama şu an tek bildiğim, bu acının da bana ait olduğu.
Sevmek bazen yanmak demekmiş. Kaybetmek, nefessiz kalmak gibiymiş. Yalnızlıksa hepsinin sessiz tanığı… Şimdi ben bu üçünün arasında sıkışmış bir ruh gibi, her gün biraz daha ağırlaşıyorum. Ve bu ağırlığın altında bile hâlâ bir umut kırıntısı arıyorum; çünkü biliyorum, yanarken bile insanın kalbinde bir kıvılcım kalır.