tilkidukkani

hey, merhaba!

tilkidukkani

seni bilmek, göğsümde bi' ısırgan yangısıydı tanrım. karşında rezil rüsva, kan revan hâlde umut vadetmeni dilemekse bir o kadar acınası. şükranlarımı boynu bükük gösterdiğimde ama yalnız bunu gösterebildiğimde, bana güvenecek nadiriyetlerdendin. kucağımda taştan yuva, kapısında seni gözlemek derdine düşür beni. sırtımda çürümüş çiçekler taşıyorum. kendimi soldurmama izin verme. tanrım.

tilkidukkani

etleri doğrarken bir anda bıçağı bileklerime de dokundurma arzusuyla dolup taştım. parmak uçlarımdan başlayarak kendime bir son yazmak isterken belki bu kan, bu vücut, bu his ve bu küfür; varoluşsal kimlik sancılarına konduramadığım her bir küfür, beni engelleyecek-idi. canım yandı. fütursuzca bileğime süzülen kan, göğsümün içindekiler kadar yakamadı canımı. belki bu kan, bu vücut, bu his ve bu küfür; belki küçük kız kardeşimin elinde yara bandını gördüğümden; belki yalnız kendimi sarabildiğimden; belki, belki, belki. ölümü annem kadar sevmediğimden. 
          
          ölüme saygısızca davranıp gök kubbeyi dâhi hak edemediğimden.

tilkidukkani

üzerimde ziynetli bir stresin kokusunu duyumsuyorum. çarpan kalp, titreyen el, dökülen saç, kanayan burun, içindekine tahammülü olmayan mide, ağrıyan kafa. bozuk kafa. duvara vurulan kafa. şakağına namlu dayalı kafa. şakağında kurşun patlayan kafa. 

tilkidukkani

zeynep, şimdi adını anmak istemediğim sokaklarda seni delicesine severken ve bunu gözlerimle sana sessizce haykırırken, adımların takılıp düştüğünde elimi uzatmayacağımı çok iyi bildiğine eminim.
          
          kendine olan ağırlığınca saygın nedeniyle yüzüme tükürmeni pekâlâ istemem. yine de soyulan avuçlarına dudaklarımı dokundurmayı dilerdim. kendine saygın sevgininkini aşıyor mu, elimi tutmayacak gibisin.
          
          kuş olup uçtum, zeynep yoluna koyuldum.