"Sorun değil. Merak etme. Hiçbir şeyden pişman olmayacağım." Jack'e o kadar yakındı ki, teninin o mis gibi tuzlu kokusunu alabiliyordu. Bir eliyle bacağına dokunarak, "Sen aslında hiç de insanların düşündüğü gibi biri değilsin." dedi. "Herkes, bütün kızlarla birlikte oluyorsun diye hiçbir şeyi takmadığını sanıyor. Ama bu doğru değil. Sen bu değilsin, değil mi?" Göz göze geldiler. Mavi, maviyle buluştu. "Seni tanıyorum."
Tam Jack bir şey söylemek üzereyken, Lydia sanki suya dalıyormuş gibi derin bir nefes aldı ve onu öptü.
Daha hiç kimseyle öpüşmemişti ve bu -her ne kadar kendi bilmese de- tatlı bir öpücüktü, çekingendi. Ufak bir kız çocuğu öpüşü gibiydi. Kendi dudakları altındaki dudakları ılık, kuru ve hareketsizdi. Üzerine sinen bütün o duman kokusunun altında sanki ormandan yeni çıkmış gibi kokuyordu. Yapraksı ve yeşil. Kadife nasıl bir his veriyorsa, onun da kokusu öyleydi. Elini üzerinde gezdirip ardından yüzünü bastırmak geliyordu içinden. Lydia'nın beyni o an, tıpkı filmlerdeki gibi, ileri sardı. Beraber arka koltuğa tırmandıklarını, arzularına çok yavaş gelen ellerle birbirlerinin üzerinde yuvarlandıklarını düşündü. Elbisesinin ensesindeki bağını çözdüğünü, giysilerini çıkardıklarını, Jack'in üzerine çıktığını düşündü. Bugüne kadar tecrübe etmediği ve işin doğrusu, hayal dahi edemeyeceği her şey beyninde canlandı. Nath eve geldiğinde, değişmiş olacaktı. O akşam Nath ona Harvard'da gördüğü bütün o yeni şeyleri anlatırken, onun da anlatacak yeni bir şeyi olacaktı.
Ve derken Jack, son derece kibarca geri çekildi.
"Çok tatlısın." dedi.
Gözleriyle onu süzdü ama -ki Lydia bile bunu içgüdüsel olarak anlamıştı- bakışları bir âşığınki gibi değildi. Tıpkı düşüp bir yerini yaralayan çocuklara bakan yetişkinlerinki gibi şefkatliydi. Lydia'nın o an tüyleri ürperdi. Başını kucağına eğerek saçlarının ateş gibi yanan yüzünü kapatmasına izin verdi. Ağzının içi acı bir tatla doldu.