when i feel paradise

170 23 26
                                    

"Sadece seninle konuşmak istiyorum. İlk defa her şeyi sana söyleyeceğim. Bütün hayatımı bilmelisin, her zaman senin olan ama senin asla bilmediğin hayatımı... Fakat sırrımı ben öldüğümde, artık bana cevap vermek zorunda olmadığında, uzuvlarımı ateşle sarsmakta olan şey gerçekten nihayete erdiğinde öğrenmelisin. Eğer yaşamaya devam etmek zorunda kalırsam, bu mektubu yırtacağım ve her zaman sustuğum gibi susmaya devam edeceğim. Mektup ellerindeyse şayet, artık ölmüş olan bir kadının sana, ilk dakikasından son nefesine kadar hayatını anlattığını bil. Sözlerim seni korkutmasın; ölü bir kadın artık hiçbir şey istemez, ne aşk ne merhamet ne de teselli. Senden sadece bir tek şey istiyorum: Burada sana sığınmakta olan acımın söylemiş olduğu her şeye inanman. Söylediğim her şeye inan, senden sadece bunu istiyorum."

     Gerçekten benim de mi sonum böyle olacaktı? Kalbimdeki bu yükle ölüme gidecek ve son nefesimi verirken bile iki dudağımın arasından çıkamayacak mıydı sevgim? Bu dünyadaki yerimle hiç cesaret edemeyecek miydim Doyoung'un gözlerine bakıp ona tüm bu mutluluğu ve acıyı anlatmaya? Öldüğüm zaman ufak bir kâğıt parçasında yazılı olan satırlardan mı öğrenecekti her şeyi? Peki öğrendiğinde ne olacaktı? İnanacak mıydı bana yoksa öylece unutacak mıydı?

"Ne yapıyorsun?" Ardımdan gelen sesle okuduğum kitaptan kaldırdım başımı. Jaehyun hemen başımda dikilmiş elimdeki kitaba vermişti odağını.

"Hiç." Sohbet edecek havamda olmadığım için kestirip atmıştım, o da onaylar gibi başını sallayıp yanımdaki sandalyeyi yavaşça çekip oturmuştu bana aldırmadan. Okulun kafeteryasında bizim dışımızda pek kişi yoktu ve sessizlik hakimdi.

"Neden derste değilsin?" Okumaya biraz ara vermem gerektiğini fark ettiğimde, kitabı kapatıp masanın üzerine bıraktım. Oturduğum sandalyeye daha da yerleşip Jaehyun'a döndüm.

"Dersim yok, ben de vakit geçiriyordum bizimkileri beklerken." Anladığını belirten birkaç mırıltıdan sonra benim sessizliğime eşlik etmeyi tercih etti. 

     O gece Jaehyun, şuurunu kaybetmiş bir şekilde beni aramıştı. Ertesi gün için kendimi sabaha dek hazırlamıştım. Onunla nasıl konuşmam gerektiğini durmadan çalışmıştım. Diyeceğim en ufak yanlış bir şey bile arkadaşlığımızı mahvedebilirdi. Ama o gecenin sabahında Jaehyun, sanki hiçbir şey konuşulmamış ve olmamış gibi muhabbet etmişti benimle. Sonrasında anlamıştım ki, hiçbir şey hatırladığı yoktu. Kendini öylesine kaybetmişti ki dediği tek bir kelimeyi, hatta beni aradığını bile hatırlamıyordu. Oysaki ağzından çıkan tek harf bile beni bataklığın içine çektikçe çekmişti. Boğulmuştum da aslında. Nefeslerim boğazıma dizilmiş bir türlü dışarı çıkamamıştı.

     Doyoung'a gelecek olursak, köşe bucak kaçmıştım ondan. Aramalarına cevap vermemiş mesajlarını görmezden gelmiştim. Ne zaman yanıma gelmeye kalksa gitmiştim. Taeyong ile gönderdiği mesajları dinlememiştim. Soyutlamıştım kendimi ondan. Ona bir kez daha zarar vermekten, istemediği bir şeyi yapmaktan korkmuştum. Bir kez daha karşısında kendimi kaybetmekten korkmuştum. 

"Hyung!" Bu karışık düşüncelerin arasında Doyoung'un sesini duymamla arkama bile bakmadan, masanın üzerindeki kitabımı alıp çıkışa doğru hızlı adımlarla yürümem bir olmuştu. Yokluğuna katlanmak böylesine zorken bir de o güzel yüzünü görmeme rağmen uzak kalırsam aklımı kaybederdim. Jaehyun'un bu durumu sorgulayacağını biliyordum ama o an bunu düşünecek hâlim de yoktu. 

"Hyung, dursana!" Bu sefer Doyoung'un sesini daha yakından duyduğumda ona bakmadan edemedim. Uzun zamandır görememiştim onu ve içimde yeşeren özlem duygusu dallanıp budaklanalı çok olmuştu. 

     Sonunda bana yetiştiğinde çok fazla koşmasa da nefes nefese kalmıştı. Doyoung bu tarz şeylerden çabuk yorulurdu. Birkaç basamak merdiven, yetişmesi gereken bir otobüs, taşıması gereken birkaç poşet... Sanki hiç gücü yokmuş gibiydi. Öylece nefes almak bile yoruyordu onu sanki. 

when i know you • johndo Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin