varlıkla yokluğun arasındaki çizgide sıkışıp kalmışız

137 19 15
                                    


yabancılarla konuşma, annem hep böyle derdi. yabancılar kötü kalplidir, sana zarar vermeye çalışırlar. yabancılara güvenme, onlarla konuşma.

ama neden yabancılarla konuşmak daha iyi hissettiriyor? yabancılar yakınlarım gibi kalbimi kırmıyor, duygularımı görmezden gelmiyor, onlardan özür beklediğimi söylediğimde aşırı tepki verdiğimi iddia etmiyorlar.

ölmek istediğimi söylediğimde, yabancılar delirdiğimi söylemiyorlar. mantıklı düşünemediğimi, elimdekilerin kıymetini bilmediğimi söylemiyorlar. "yanındayım," diyorlar onun yerine, "ne yaşadığını hiç bilmiyorum, ama ben yanındayım."

yabancılarla konuşmak beni germiyor. onlarla gülmek, onlarla ağlamak, onlara gerektiğinden fazla şey anlatmak beni pişman hissettirmiyor. yabancıları bir daha görmeyiz çünkü. birbirimizi hiç tanımıyoruz, bir daha asla görüşmeyeceğiz çünkü. sonrası için endişelenmemize gerek yok. bir sonrası yok çünkü.

yabancılar, yabancılar, yabancılar. hepimiz yabancıyız aslında bu dünyada başkalarına. hepimiz yabancıyız aslında bu dünya'ya. birkaç yıllığına gelmişiz, azıcık yaşayıp gideceğiz, yıllar geçecek ve bizi tanıyan tek bir kişi bile kalmayacak dünyada.

yabancılarla konuş, kendime hep böyle söyledim. yabancılar seni yargılayamaz, seni tanımıyorlar çünkü. yabancılar seni iyi tanıdıklarını düşünmezler, farklı bir şey yaptığında umursamazlar, değiştiğinde bundan şikayet etmezler, edemezler. yabancılarla konuş, yabancılar iyi insanlar.

bir yabancının beni düşünmesi, bir arkadaşımın beni düşünmesinden daha mutlu eder beni. bir yabancının beni öldürmesi, bir tanıdığımın beni öldürmesinden daha az üzer beni.

bir yabancının beni kurtarması.

beni bir yabancı kurtardı. uçurumun ucunda oturuyordum öyle, son dakikalarımı geçiriyordum, son nefeslerimi alıyordum, son şarkılarımı dinlerken son gözyaşlarımı akıtıyordum.

bir yabancı geldi yanıma. "atlayacak mısın?" diye sordu, "evet." dedim. "neden?" diye sordu sonra. nedenini sordu bana.

bu soru beni çok düşündürdü. biraz ağlattı ve biraz güldürdü. "hangi birini anlatayım ki sana?" dedim yüzüne bakarak. hoş bir yüzü vardı aslında, o kadar net hatırlamıyorum gerçi ama sağ gözünün yanında duran gül şeklindeki yara izini hatırlıyorum, çok dikkatimi çekmişti çünkü.

yanıma oturdu, benim gibi bacaklarını aşağı sarkıttı korkusuzca ve sessiz kaldık bir süre.

"ben de buraya gelmiştim," dedi sonra. "atlamak için. iki yıl önce."

"neden atlamadın?"

"bilmem, korktum sanırım."

bu cevabıyla yüzümü buruşturdum. nedensize bir an belki bana ilham verici bir konuşma yapar, birkaç saniyeliğine de olsa bu kararımı tekrar düşünmemi sağlayacak bir şeyler söyler diye düşünmüştüm. öyle sanmıştım. belki de ummuştum. ama yanımda oturan yabancı da en az benim kadar çaresizdi işte, varlıkla yokluğun arasındaki çizgide sıkışıp kalmış, elinde bir mum tutuyor ama ne çakmağı var ne de bir kibriti, karanlıkta hapsolmuş aynı benim gibi. yaşamla ölümün arasından birini seçmeye çalışıyor ama kafası karışmış ve ne yapacağı hakkında hiçbir fikri yok.

bana dönüp yüzüme baktı, gerektiğinden çok daha uzun süre boyunca inceledi, sanki gün bittikten sonra bir daha görüşmeyeceğimizi fark etmiş, yüzümü aklına kazımaya çalışıyor gibiydi.

"ölürsen herkes çok üzülecek."

"şu anda beni hiç umursamıyorlar, ölürsem onların suçu."

"biliyorum," dedi ve güldü hafifçe. "komik değil mi? ölene kadar insanlar seni biraz bile önemsemiyor, ama ölünce sanki seni senden daha iyi tanıyormuş gibi samimiyetsiz küçük konuşmalar yapıyorlar, adını yeni duyanlar da onlara inanıyor."

sonra ben de güldüm, çünkü bu daha birkaç gün önce düşündüğüm bir şeydi.

"beni kurtarmaya çalışmayacaksın herhalde?" dedim ironik bir ses tonuyla.

"keşke yapabilsem, ama ikimizde eşit derecede kaybolmuş durumdayız sanırım."

ve orada oturup konuştuk dakikalar boyunca. tanışmadık, isimlerimizi sormadık, sadece havadan sudan, daha doğrusu ölümden ve hayatın saçmalıklarından konuştuk iki yabancı olarak.

belki de bir sürü ortak noktamız vardı. ortak noktalarımız varsa bile onları keşfetmedik, yabancı olarak kalmak istedik birbirimize. belki de zevklerimiz hiç benzemiyordu, hatta muhtemelen gerçekten zevklerimiz hiç benzemiyordu çünkü saçlarımdan ayakkabılarıma kadar simsiyah giyinen benim yanımda, açık mavi saçları ve rengarenk kıyafetleriyle ayaklı bir fosforlu kalem gibi görünüyordu.

ne kadar farklıydık ya da ne kadar benzerdik bilmiyorum ama, düşünce yapımız çok benziyordu. arkadaşlarımla konuşmaya korktuğum çoğu şeyi tartışmıştım onunla, genellikle bana katılmış ve almaktan korktuğum tepkilerin hiçbirini vermemişti. beni ölümden kurtarmaya çalışmadı, internette üzücü şarkıların yorumlarına yazılan klişe cümlelerin hiçbirini söylemedi. ama bir şekilde yalnız olmadığımı anlamamı sağladı.

"ne var biliyor musun?" dedim yavaş yavaş belirmeye başlayan yıldızlara bakarken, "belki de biraz daha yaşamalıyım."

gülümsedi. "böyle düşünmene sevindim."

beraber ayağa kalktık ve uçurumdan birkaç adım uzaklaştık.

"eğer bunun kadar tuhaf ve üzücü olmayan bir durumda yeniden karşılaşırsak, gerçekten tanışalım."

başını sallayıp sanki resmi bir anlaşma yapıyormuşuz gibi elimi sıktı. "seninle konuşmak güzeldi, yabancı." birbirimize son kez gülümsedik, ve zıt yönlere yürüyerek oradan ayrıldık.

o uçuruma bir daha geri dönmedim, yabancıyla da bir daha karşılaşmadık. hâlâ koskoca gezegende başıboş dolaşan iki yabancıyız birbirimize karşı ve muhtemelen sonsuza kadar öyle kalacağız.

yabancılarla konuşma, annem hep böyle derdi. ama bir gün bir yabancıyla konuştum ve o benim hayatımı kurtardı.

yabancılarla konuşma, jaeyongHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin