FleetOn yedi yaşındayken hayat size hiç olmadığı kadar acımasız davranıyordu. Aldığınız her darbede, "Daha kötüsü olamaz," dediğiniz her seferde sanki size inatla ve hırsla kendini kanıtlıyordu. Bunu, küçük arabamızın arka koltuğunu paylaştığımız ikiz kardeşimle tepişirken daha iyi anlıyordum.
Düşününce, onunla dokuz ay aynı rahmi paylaşmıştım bunda bir sorun olmaması gerekiyordu ama hayır, işler o kadar basit olmuyor asla. Hem o zaman konuşmayı bilmiyordu, önümüzdeki etten duvara bir iki tekme sallayıp annemizi uyutmamak oluyordu en büyük şirretliği. Ama, on altı yıl kadar önce konuşmayı öğrendiğinden beri her şeyin boka sarması yetmezmiş gibi bir de son birkaç yıldır tırnaklarını –pardon toynaklarını- uzatıyor, her itişip kakışmamızda bana karşı bir silah olarak kullanıyordu.
En son sağ koluma denk gelen mavi boyalı tırnağının üzerine arabada yankılanan ufak çığlığımla babamın bağırması bir olmuştu. "Kesmezseniz, yürüyerek gidersiniz!"
Gözlerimin doluluğunu saklayarak sağ kolumun kan toplayan kısmını ovuştururken yanımdaki ikizim Peg güldü sinsice. "Şu kız bile senden daha taşşaklı." Dedi yavaş yavaş yanaştığımız sarı boyalı küçük bir evin önündeki kaldırımda pembe bisikletine binen küçük kızı göstererek. Pembe pileli elbisesinin altına dizine gelen beyaz çorap giymiş, pembe bez ayakkabılarıyla da kombinini tamamlamıştı. Pembe kaskının altından omuzlarına inen sarı saçlarıysa örülmüştü. Babamın Peg'i uyarmasını bekledim ayıp bir kelime kullandığı için ama o gözlerini küçük kıza sabitlemişti. "O, Phoebe'nin kızı değil mi?" Dedi kendi kendine.
On saniye öncesine kadar kedi köpek gibi didişiyor olmamıza rağmen birbirimize baktık aynı anda. "Phoebe de kim be?" Dedi Peg düşüncelerime tercüman olarak. Babam cevap vermek yerine sarı evin verandasını dikizlemeye başladı.
"Niye durduk?" Dedim. "Okula geç kalacağız."
Yine bir pazartesi sabahı klasiği olarak babam bizi okula bırakıyordu, bırakması gerekiyordu. Ama babam dersin başlamasına on dakika ve bizim daha on beş dakikalık yolumuzun olmasına rağmen daha önce hiç gelmediğimiz bir sokağa girmiş, ilk defa gördüğümüz sarı evin önüne park etmişti arabayı.
"Phoebe'yi bekliyoruz." Dedikten hemen sonra arabadan inip sigarasını yaktı ve arabanın diğer tarafına giderek kaputa yaslandı.
"Phoebe de kim be?" Diye tekrarladı canım ikizim ama daha yüksek sesle, biraz çığırır gibi. "Sevgilisi falan mı acaba?" Diye mırıldandım kendi kendime düşünerek. "Acaba?!" Sesi mümkünmüş gibi daha da tizleşti.
Arka koltuğun sağ tarafında oturup sarı evden çıkacak Phoebe'nin kim olduğunu görebilmek için cama yapışırken Peg beni saçlarımdan tutup tüm gücüyle çekti ve kendi yapıştı cama. Koluna vurdum sertçe.
Ağzından çıkan acı dolu bir nida mutlu hissettirdi ama yanağıma inen pençe gecikmedi. Ensesinden tutup cama bastırmaya çalıştım kafasını ama direndi. "Hayvan!"
Sabah saatlerce uğraştığı saçlarını çekmem üzerine şirret modunu açarken biz sağ ön kapının açıldığını fark etmedik.
"Çocuklar!" Dedi babam inanılmaz sakin bir sesle. Peg ve ben saniyeler içinde normale dönüp saçımızı başımızı düzeltirken onlar emniyet kemerlerini taktı.
Ya biz zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacak kadar hararetle kavga etmiştik ya da Phoebe denen kadın evden iki dakikadan kısa zamanda çıkmış bekletmemişti bizi. Ki, birinciye göre olma olasılığı ne kadar düşük olursa olsun eğer ikinci olasılık yaşandıysa babam bu kadar kısa zamanda sigarasını bitirmiş olamazdı. Ve benim babam sigarasını filtresine kadar içerdi, kimse için de söndürmezdi. Annem hariç.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
peg & fleet
Teen FictionTüm ömrünü evlenmeyip Prenses Leia hakkında hayaller kurarak ve ölene dek pis bekar evinde Alex'le yaşamayı planlayan Fleet'in; tek ve en yakın arkadaşını, baş düşmanı kardeşine kaptırmasıyla dünyası başına yıkılır.