Boşluk

2.7K 141 120
                                    

Burada bu satırları okuyan sana çok teşekkür ederim. Sen benim ilham perimsin ya da sen kendini nasıl iyi hissedersen.

Bu kitabı siyah acılarına gökkuşağı konduran insanlara armağan ediyorum.

Ruhumdaki sızı bedenimin acısıyla hafifler sanıyordum. Yanılmışım, hem de çok. Bu yanılışların en beteriydi. En dayanılmazı ve en acı vereni. Peki, acı neydi? Ruhumun uyuşmasını sağlayabilir miydi? Benim içimde ki acı sürekli yanan bir ateş gibiydi. Sönmemeye yemin eden...

İçine girdiğimde yanmayı dilerken üşüyordum. Uzaktan kocaman bir alev gibi görünen yangın, içine girdiğimde buz tutup eriyordu. Madem o yanmama izin vermiyordu, bende fırtınaya sığınmak zorundaydım. Fırtınaya sığınan herkesin sonu beter bir kapanış değil miydi zaten? Bu beter kapanış benim başlangıcım olacaktı, inanıyordum.

"Karanlık..."

Peki, karanlık olan neydi? Ruhumun sönmüş odaları mı yoksa içinde nereye gittiğimi bilmediğim, bilinmezliğe doğru sürüklenen uçurum mu?

Gözlerimi kapattım. Eğer cesurca yürüyebilirsem fırtınaya sığınmak için hak kazanacaktım. Fırtınaya sığındığımda acılarımdan arınacak ve meleğimin yanına uluşabilecektim. Peki korkarsam? İçimdeki ateşte sonsuza kadar üşüyecektim. Ya da onu bir alev olarak sönmeye ikna edecektim. Buz gibi erimesini engelleyecektim. Fakat bu acının dinmesine yardımcı olmayacaktı. Ben tekrar nefessiz kalacaktım. Nefessiz kaldığımda tekrar bu uçuruma gelecektim işte. Bu bir umut ışığı demekti. İçinde umut olan bütün ışıklardan nefret ediyordum. Çünkü umuda her inandığımda yaralanıyordum. Yaralanmak sıkıntı değildi de bu içimdeki ateşi körüklemekten başka bir şeye yaramıyordu. Yaptığım tek şey yürümekti. Sonsuz bir limanda denize ulaşmaya çalışmak gibi...

Issız gecenin karanlığında ilk adımımı güçlükle attım. Etraftan gelen hayvan seslerini umursamadan gülümsedim. Çünkü içimde korku yoktu. Bu duygunun verdiği cesaretle ikinci adımımı da attım. Aklıma küçükken gözlerimi kapatıp yürümeye çalıştığım geldi. Birinci adımı hiç korkmadan atardım. İkinci adımı da öyle. Üç ,dört ,beş, altı ,yedi ,sekiz ve dokuz. Bir şekilde yürürdüm bu şekilde. Fakat onuncu adımda sanki düşecekmişim gibi gelirdi ve gözlerimi açardım. Kalbimi acıtan düşünceyle duraksadıktan sonra haykırmak istedim.

"Sen artık o küçük ve masum çocuk değilsin!" Ben artık o çocuk değilim. O çocuk ölmüştü. Durdum ve uzun süren bir yolculuktan gelmiş gibi soğuk havayı içime çektim. Bu titrememe sebep olsa da etkilenmemiş gibi bir adım daha attım.

Dördüncü adımımı attım.

"Devam et." Devam etmeliyim çünkü artık bu hissizliğe dayanamam.

Beşinci adımımı attım.

"Sönmesini sağlamalısın." Yoksa her nefesinde tekrar tekrar acı çekeceksin. Ve kimse çırpındığını hissetmeyecek. Yanacaksın ama yandığın ateşte boğulacaksın. Bağıracaksın ama sesin duyulmayacak. Yapmak zorundasın. Başka şansın yok.

Altıncı adım.

"Yapmalısın." Tek bir damla ile değil, bu zamana kadar akıttığın gözyaşlarıyla.

Yedinci adım.

"Öldür." Bedenini öldürdüğünde yaşayacak aslında ruhun.

Sekizinci adım.

"Bitirebilirsin." Korkmadan.

Dokuzuncu.

"Korkmamalısın." Tereddüt etme.

Onuncu... Gözlerimi açtığımda her şeyin bir adıma bağlı olduğunu anladım. Sol yanım karanlık yol, sağ yanım dipsiz uçurum. Geri mi dönmeliydim uçurumdan karanlık yola, yoksa kurtulmak için bırakmalı mıydım kendimi dipsizliğe? Yapamadım. Ne geri dönebildim ne de bırakabildim. Uzun bir süre ayakta kaldım ve karar vermeye çalıştım. Olmadı. Sonra bunu bir yana bırakıp uçurumun kenarına oturdum. Soğuk yüzüme vururken gözlerimi kapayıp açtım. Ardından düşünmeye başladım. Tabii bunu ne kadar becerebilirsem o kadar. Kafamı kaldırdım, karanlık gökyüzüne baktım.

"Gitmek istediğim yer neresi?" Nereye gitmek istiyordum ben? Bu kadar ihtiyacım olan şey neydi? Karanlık yoldaki karanlıktan korkmuyordum. Yalnızdım. Ve bu yolun sonu felaket bile değildi. Uçurum, onun uzun dipsizliği peki? Bu da mı korkutmuyor seni?

Sonunda anladım. Benim istediğim şey bambaşka. Benim istediğim uçurumun sonundaki gökyüzü. Uçurumdan bıraktığımda kendimi, düşmek değil. Hayata inat uçmak. Ama kanatlarım kırılmıştı benim. Uçamazdım. İlk önce vurulmuş, sonrada son süratle yere çakılmıştım. Ölmek istemiştim ama cehennem gibi bir yaşam sürmüştüm. Bedenim değil, ruhum yanmıştı bu cehennemde.

Evet benim adım tam anlamıyla bitmişlikti. Fakat bu benim suçum değildi. Ben istememiştim. Onlar istemişti. Her zaman gülümseyen bir kız çocuğunu ağlayamayacak hale getiren onlardı. Peki nasıl bittim ben?

Düştüm ve yaralandım. Bedenim kanarken ruhum ağladı, görmediler.

Artık kalk, dediler.

Korktum, ışık tutan olmadı.

Bu kadar güçsüz olamazsın dediler.

Güldüm, sevinen olmadı.

Sessiz ol dediler.

Ve ben öldüm. Ne oldu biliyor musunuz? Yaşarken diri diri yanan insana ölünce üzüldüler. Adalet miydi bu? Değildi. Sonra da mezarıma gül getirdiler. Papatyayı sevmeme rağmen...

Kısa bir bölüm oldu, burada ana karakterimizin karışık hislerini sizlerle paylaşmak istedim.

Zaman hiç kaybolmaz. Kaybolan biziz. Paul Claudel

DipHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin