kendimde değildim, karşımdaki beden kıyafetlerini valize özenle yerleştirirken kesinlikle kendimde değildim ama buna rağmen sakin olup kendimi tutuyordum çünkü tutmasaydım her şeyin daha da kötü bir hâle geleceğinden adım kadar eminimdim.
yine de sakin olmak zordu çünkü rosé geçmişimizi ve geleceğimizi yok sayıp beni terk ediyordu.
oysa daha birkaç gün önce bana; hâlâ yapmadığımız çok şey var ve yapmadığımız şeyleri gerçekleştirmek için çok heyecanlıyım jeongguk, diyordu.
tebessüm ettim ancak bu tebessüm mutluluktan çok uzak bir tebessümdü, daha çok kırık bir kalbin göstergesi olan bir tebessümdü.
rosé, kıyafetlerini valize yerleştirmesi bittikten sonra zorlanarak ikisinin çok fazla anı biriktirdiği yataktan zorlukla alıp sessizce kapıyı yaslanmış bir şekilde sessizce onu izleyen bana kısa bir bakış atıp evden çıkmıştı.
gözlerinde kırgınlık, üzüntü ya da sinir yoktu, bakışlarına hissiz diyebilirdim ancak beni görünce az da olsa parlayan gözler bana engel olmuştu, iyi ki de olmuştu.
ben jeongguk, rosé'den vazgeçmek üzereyken beni görünce anında parıldayan gözleri buna izin vermemişti.
bizim sonumuz böyle olamazdı, olmayacaktı da.
zili çaldıktan sonra gergin, stresli ve biraz da heyecanlı bir şekilde kapının açılmasını bekliyordum.
rosé'nin buraya geldiğine emindim aslında ama yine de olmama ihtimali vardı ve bu beni içten içe korkutuyordu.
ben, beni tıpkı bir kanser gibi içten içe mahveden düşüncelerim ile boğuşurken kapı açılmıştı, böylece gözlerim anında bana üzüntüyle belki de biraz acıyan gözler ile bakan yoongi'ye bakmıştım.
"jeongguk, ben üzgünüm."
anlamıştım işte, o gitmişti ama o an içimden sanki bir aptalmış gibi davranmak istemiştim.
"hyung, rosé burada mı? biz kavga ettik ve o sanırım fazla kırıldı bu yüzden size gelmiş yani jisoo öyle söyledi bana. fazla aptalım onu sürekli kırıyorum ama çok seviyorum onu, biliyorsun. bu yüzden onu almaya geldim."