Yağmurlu bir sonbahar günüydü. Neredeyse tüm ağaçlar yapraklarını dönmüştü, rüzgarın manalı fısıltılarından başka hiçbir şey yoktu sokaklarda. Şimşeklerin uzun bir süre çakmasının ardından evlerdeki televizyonlar karıncalanmaya başladı. Birden yağmurun bastırmasıyla arka bahçedeki tüm kuşlar havalandı ve sisin içinde kayboldu.
Tüm samimiyetiyle ay, etrafını çevreleyen bulutların aksine büyük bir edayla parlıyordu. Nankör ve bir o kadar da aç kediler rüzgarın ileri attığı o kurumuş yaprakların peşinden koşturuyor çıkan hışırtılarla daha da teşvik oluyorlardı.
Kısa bir zaman sonra elektriklerin kesilmesiyle tüm sokak lambalarının ışığı söndü, birkaç saniye sonra da tüm lambaların. Evlerdeki kibritler açıldı ve hala donmamış mumlar tekrar yakıldı.
Yağmur Mahallesi'nde işler hep kasvetli yürürdü; sokağa çıktığınızda siyah, gri veya beyazdan farklı bir renk görme olasılığınız neredeyse sıfırdı. Mahallede yaşayan her üç kişiden biri elli yaşını doldurmuştu.
Mahalleye haftada en az bir kere yağmur yağardı. Sanırım bu yüzden ismi Yağmur Mahallesi'ydi. Mahallede değişen hava koşulları yüzünden çocuklar dışarı çıkmak istemez, istesede oyun oynayacak arkadaş bulamazlardı.
Sokak baştan sona yan yana koyulmuş beton yığınlarıyla doluydu. Evlerin arasında hiç boşluk payı bırakılmamış, zaten araba sahibi olan tek tük olduğu için sokak aralarının büyük bir kısmını da kaldırımlar dolduruyordu.
Koca sokakta tek dükkan vardı, bu da Fatma Teyze'ye aitti. Mahalleli kendini bildi bileli bu alt kattaki yaşlı teyzeye gider, bayramlıklarını ve diğer önemli giysilerini Fatma teyzeden temin ederlerdi.
Geçen sene Fatma Teyze'nin ölmesiyle alt katta bulunan dükkan boş kaldı. Akrabaları birkaç kez bu dükkanı satıp kurtulmak istediler ama kimse bu yıkık dökük dükkanı alıp zarara girmek istemedi.
Yine yağmurlu bir gündü, tüm mahalleli sıcak çikolatasını ve çikolatalı kurabiyelerini almış, pencere kenarında kitap okumaya başlamışlardı. Yağmur yağmasının en güzel yönü de buydu aslında, televizyonun etkisinin en az olması yağmuru özel kılıyordu...
Üç yıl önce ülkede kitap okumak yasaklanmıştı, evlerde bir tane bile kitap bulundurmak suç sayılmaya başlamıştı. Sadece ders kitaplarına bir şey denmiyordu, onun dışında okuma kitabı, hikaye, roman ya da deneme okumak kesinlikle suç sayılıyor en az yedi yıl hapis cezasıyla sonuçlanıyordu. İnsanlar son derece fazla olan boş zamanlarını televizyon izlemekle geçiriyorlardı. Yeni doğan çocuklara ne masal anlatılıyordu ne de hikaye...
Ama çoğu aileler evlerinde sakladığı kitapları bir hazine gibi muhafaza edip, kimseye söylemiyorlardı. Bu onların küçük, bir o kadar da büyük aile sırları olmuştu...
Bunların yanı sıra Yağmur Mahallesi'ndeki bir aileyi diğer ailelerden ayıran çok bariz bir özellik vardı. Terzinin üstünde bulunan evde üç tane öksüz çocuk yaşıyordu ve Aslı'nın gelmesiyle sayıları dörde yükselmişti. Bu sırlarını bilen sadece mahallede oturan komşuları ve okullarındaki öğretmenleriydi.
Koruyucu anneyle yaşamanın en güzel yönü ailesinde kendi gibi farklı kişilerin de olduğunu bilmekti. Çünkü insanlar yaşadıkları sorunların başkalarında olmadığını, sadece kendilerinde olduğunu hissederler, başka insanlarında kendileri gibi birçok sorunu olduğunu bilmek onları iyi hissettirir.
Ailenin en büyük çocuğu Kıvanç adında lise sona giden bir öğrenciydi. Annesiyle babasını bir trafik kazasında kaybetmiş, dört sene önce koruyucu anneye verilmişti. Ailedeki diş teli takan ve sarı saçlı olan tek kişiydi. Diş telleriyle gurur duyardı. Ona göre diş teli takmak bir ayrıcalıktı, yani en azından o öyle diyordu. Evdeki en uzun boylu kişiydi ve oldukça yuvarlak bir surata sahipti. Dersleri orta sayılamayacak kadar kötüydü. Umrunda da değildi zaten, on sekizime basayım, evden gideceğim, deyip durur hiçbir şeyi kafasına takmazdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kurabiye Dükkanı
ChickLit"Etrafınız ne kadar aydınlık olursa olsun, gözünüzü kapatınca her şey simsiyah gözükür." Üç yıl önce ülkede kitap okumak yasaklanmıştı, evlerde bir tane bile kitap bulundurmak suç sayılmaya başlamıştı. Sadece ders kitapları ve test kitaplarına b...