İngiltere'ye yeni taşındığımız sıralardı. Annemle babam ayrılmıştı, babam yeni bir kadınla evlenme planlarındaydı. Ben ise yeni taşındığımız bu şehire ve yeni alınan bu kocaman evin içinde kaybolmamak için uğraşıyordum. "Kısa zamanda alışırsın Amerika'dakiler gibi arkadaşlar bulursun merak etme" dedi babam bir yandan akşam yemeğini hazırlıyor bir yandan da bana güven vermeye çalışıyordu. "Hayır" dedim "Bulamam" çok kesin konuşuyordum, babam ise her zamanki tavrını takındı "O kadar emin olma"
Ertesi sabah o saçma, bir o kadar da sıkıcı okul formalarından birini daha giymiştim. Yeni evimizin biraz ötesindeki şehrin tek lisesine geçen hafta kaydımı yaptırmıştık. Ama malesef okuldaki ilk günlerim son derece sıkıcı ve yanlız geçiyordu. Sınıfımızdaki inek bir kızla arkadaş olmuştum ve kız bir türlü peşimi bırakmıyordu.
O sabah zorlanarak yatağımdan kalktım ve uzun kahverengi saçlarımı düzleştirip kahvaltıya indim. Babam yanlız olmasına yanlız bir adamdı ama kendisine bakmayı çok iyi biliyordu. Muazzam bir sofra hazırlamıştı bile...
Zamanımın çoğunu kitap okumakla geçirir, teknolojik aletlerden tek kelimeyle "nefret" ederdim. Hatta okulun ilk gününden beri dersleri dinlemek yerine tam yedi tane kitap bitirmiştim. Babam "Yeter artık Angie, kafanı o kitaptan kaldır"diyene kadar bir kitabı biterecek potansiyele sahipti.
Kahvaltıyı yaptıktan sonra babam beni arabayla okulun kapısına kadar bırakmıştı. Çoğu insan için babasıyla okula gelmek son derece vahim bir durumdur ama ben öyle düşünmüyordum. Babama "Görüşürüz" dedim ve arabadan indim.
Üzerimde annemin on dördüncü yaş günümde kargoyla yolladığı "seçimler" baskılı bir tişört, altımda ise yine siyah renk yırtık bir kot pantolon vardı. Saçlarımı elimle toplayıp sırtıma attım ve okula girdim. Çantamdan dolabımın anahtarını çıkarmak için elimi atmamla (inek olarak adlandırdığım) Sue adındaki kızın koşarak yanıma gelmesi arasında hiçde zaman geçmemişti. "Günaydın!" diye bağırdı, koridorda sesini duymayan kalmamıştı. Bu kıza artık sinir olmaya başlamıştım, ona dönüp "Sanada!" diye bağırdım. Normalde insanlara okul koridorunda bağırmaktan hoşlanmazdım ama bu kız beni çığırığımdan çıkarıyordu. "Sen iyi misin?" diye sordu bu seferde. Sue kocaman siyah gözlük takan, diş teli olan ve son derece "cırtlak" sesli, minyon bir kızdı. Ben de iki sene öncesine kadar diş teli takmıştım ama hiç sınıfa yeni gelen bir kıza diş teli temizlemenin zorluklarından bahsetmemiştim. "Eğer beni yanlız bırakırsan nasıl olduğuma karar verebilirim" dedim. Kızın suratı iki metre yere düştü ve arkasına dönüp koridorun sonundaki merdivenlerden üst kata çıktı.
Öğleden sonra kimya hocamız periyodik sistemin tarihçesiyle ilgili uzun bir metin istemişti. Bana kalırsa bu kadının ciddi sorunları vardı. Sue bu kadının öğrencilere sırf eziyet olsun diye sayfalarca yazı yazdırıp onları hiçbir şeyde kullanmadığını söylemişti. Dersin ardından okulun kütüphanesinin yolunu tutmuştum. Çalışkan bir öğrenci değildim ama ev ödevlerini okulda yapmaktan hoşlanıyordum.
Yaklaşık yarım saat sonra kütüphaneden çıkıcakken yan koridordan kavga sesleri yükselmeye başlamıştı. Kitaplarımı masanın üstüne koyup yan koridora gittim. Kavga edenlerden biri Sue, diğeri ise tahminimce on birinci sınıfa giden bir erkekti. "Kapa çeneni seni züppe!" dedi Sue. "Senin gibi eziklerle kavga edemeyecek kadar değerliyim" dedi çocuk "Yer cücesi"diye de ekledi. Ama Sue durmuyordu "Uzaklaşmazsam ne olur?" dedi. Olay farklı bir boyuta taşınmıştı, çocuk Sue'dan oldukça güçlü ve uzundu. Ama o anda ne olduysa oldu ve birden kendimi Sue'nun yanında çocuğa laf yetiştirirken bulmuştum. "Hadi canım uza. Senin gibileri görmek isteseydik okula değil hayvanat bahçesine giderdik." deyiverdim. Ama çocuk gerçekten hoştu. Birkaç saniye benim kim olduğumu çözmeye çalıştı ama onu okula geldiğimden beri ilk defa görüyordum. "Yabancıların kütüphaneye girmesi yasak diye biliyordum" dedi, yüzünde sanki okulun sahibiymiş gibi bir gülümseme vardı "Bende sadece insanların kütüphaneye girebildiğini sanıyordum ama bak" dedim "Sen girmişsin"sonra da o cevap veremeden Sue'yla hemen oradan uzaklaştık."Az önce ne yaptığının farkındasındır umarım!" dedi Sue koridorda yürürken "Benim için Justin Bieber'la laf dalaşına girdin!". Duraksadım, bu adı daha önce hiç duymamıştım "Unuttun mu ben bu okula geçen hafta geldim, tanımıyorum onu" dedim. Sue gözlerini iyice açtı "Nasıl yani?" diye sordu "Sen Justin Bieber'ı tanımıyor musun?", Hayır der gibi başımı salladım. "Justin Bieber bir ünlü." dedi "O bir viner ve tüm dünya onu tanıyor."
İçimden "Demekki tüm dünya tanımıyormuş" dedim ve öğlen yemeği için yemekhanenin yolunu tuttuk.Yemekhanede yaklaşık yüzü aşkın masa vardı ve masalar daire şeklindeydi, bu sayede masadaki herkesi görebiliyordunuz. Bizim sınıftaki Olivia, Violet, Joe ve Robin'lerin oturduğu masaya geçtik. Son derece iyi sınıf arkadaşlarım vardı. Aralarındaki tek çift Olivia ile Robin'di. Sue'nun anlattığına göre okul balosunda çıkmaya başlamışlardı. Tam o sırada karşı masaya Justin ile beraber üç kız gelip oturdu. Çok rahatsız olmuştum, Violet masanın ortasına eğilip hepimizin duyabileceği bir ses tonuyla "Bakın Bieber Marina'yla takılmaya başlamış"dedi, Sue hemen "sürtükler"diye ekledi. Onlara farkettirmeden yan masaya bakmaya çalıştım ama Justin bana doğru bakıyordu. Herhalde kütüphanede ona laf sokup kaçtığım içindir, diye düşündüm. Keskin kahverengi gözleriyle bana bakmaya hala devam ediyordu, ama bir süre sonra bu olay bakışmadan çok tacize dönüşmüştü. "O yanındaki iki diğer kız kim?" diye sordum sessizce, Olivia "Marina'nın arkadaşları; Edd ve Sunny"dedi, "Hey!" dedim "Edd erkek ismi diye biliyordum?" Robin kıkırdadı "Biz de öyle biliyorduk."
Birkaç dakika sonra Justin'in bana baktığını farkeden Violet "Angie!" dedi "Bieber seni kesiyor!", bunun üzerine masadakileri hepsi kafalarını kaldırıp yan masaya bakmaya başlamışlardı, ama Justin hala bakmaya devam ediyordu. "Utanç verici" dedim, Sue hemen "Saçmalama" dedi "Justin okuldaki en havalı çocuktur". Bende bundan korkuyordum, kafamı tekrar onların masasına kaldırdığımda masadaki üç kızın da Justin'le beraber bana baktığını farkettim. Şunu söylemeden geçemeyeceğim ki, Marina'nın sapsarı saçları vardır ve oldukça güzeldi. Sue'ya eğilip "Marina güzelmiş" dedim, o sırada dediğimi Joe duymuş olmalı ki "Saçmalama, sen Marina'dan bin kat daha güzelsin" dedi. Bunu oldukça bağırarak söylemiş olmalıydı ki birkaç saniyeliğine etrafımızdaki birkaç masadan ses kesildi, Justin'e baktığımda ise sırıtıyordu. Edd, Sunny ve Marina yemeklerini yemek yerine bana bakıyorlardı. Utancımdan tam olarak yerin dibine geçmişti. "Ben kaçtım" dedim ve bakışların arasında masadan kalktım.
Benim masadan kalkmamla Marina'da benimle birlikte kalktı. Justin, Edd ve Sunny'le beraber masada kalmıştı. Yemekhanenin çıkışında merdivenlerden ineceğim sırada arkamdan bir ses işittim "Hey!", arkamı dönmemle aslında boyunun çok kısa olduğunu gördüm, tek kaşımı kaldırdıp ne var, der gibi bakmaya başladım.
"Bak kızım, Justin benim. Eğer ona..."
"...Ne yaparsın?" dedim "Yoksa o küçük beyninin verdiği kararla beni döver misin?!"
"Yanlış sularda yüzüyorsun" dedi
"Yer cücelerinden nasihat istemiyorum!" dedim ve yüzümü ekşitip pis bir sırıtış atıp, merdivenlerden inmeye başladım.
Eski okulumda birçok çocuktan hoşlanmışlığın fakat hiçbirinden karşılık alamamışlığımın verdiği hüzün vardı. Bu okul beni biraz heyecanlaştırmıştı, en azından bir imajım var diye düşündüm. Ama Justin adında bir serseri için okuldaki gerizekalılarla kavga edemeyecek kadar seviyeliydim. Merdivenlerden indiğimde babamın dışarıda arabayla beni beklediğini gördüm ve havam bir anda değişti. Koşarak okuldan çıktım, arabaya bindim ve babam hemen "Nasıldı?" diye sordu, "Alışıyorum" dedim gülerek. "İşte benim kızım! " dedi ve arabada açtığı son ses müzikle okuldan uzaklaştık.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Taste Of Happiness
Fanfiction"İnsanlar hisleriyle yaşar, hissettikleriyle ölür." Angie adındaki bir onuncu sınıf öğrencisi, yeni bir okul, alışık olmadığı bir ortam, yeni üvey annesi ve tabiki Justin Bieber.