Öncelikle hikayeye geçmeden önce söylemem gereken şeyler var. Yıl 1954, Almanya zamanlarında geçiyor bu kurguda ama tamamen kendi yarattığım şekilde. Tarihte yaşanmamış şeyler, ülkeye uymayan isimler, olaylar var. Savaş pek göz önüne aldığım bir şey değildi. Sakin, toplum olarak çalkantılı bir zaman. Sanatsal. Bunları normal karşılayacağınızı biliyorum ancak yine de sıkıntı olmasın diye söylüyorum.
Keyifli okumalar.
Ah, signor, son rea di morte E la morte io sol vi chiedo;
II mio fallo tardi vedo;
Con quel ferro un sen ferite Che non merita pietâ.
Ah, bayım, suçluyum ölesiye Ve ölümdür tek istediğim;
Çok geciktim günahımı görmekte;
Deşin haydi kılıcınızla Merhameti hak etmeyen şu kalbimi.
-Cosî Fan Tutte
(Lux Aeterna - Clint Mansell)
1
1954, AlmanyaO salı günü kimsenin duyamayacağı kadar gürültülü bir melodi var bir adamın kulaklarında. Korkusuzca yankılanıyordu adeta. Rüzgar solgun çevresini tatlı tatlı okşarken göz kapakları ağırlaşmış, zihni soğuk savaşına kısa bir ara vermişti. Güzel bir an diye düşünüyordu, soğuk, cılız bedeninin içine sızıp onu sarmalıyor olsa bile. Bugün hiç olmadığı kadar durgundu ancak savaşı kendi berrak dünyasında hüküm sürdürmeye devam ediyordu ama umursamadı. O tüm yıllardan seçilmiş üzgün saat şimdi burada değildi.
Ben hikayemi kendime anlatıyordum. Sesim aklımda en az yorgunluğum kadar açık bir şekilde duruyordu. Jeon Jeongguk. İsmindeki her harf birleşip acınası ruhunu sarıp sarmalayan zincirlere dönüştüğü an, bir yetim olarak yetişen adamın adı buydu. Bilinmezlikle dikilen çarşaflarla kaplamışlar geçmişimin üstünü ama sorun yoktu. Sadece şunu biliyordum; bir oğlan çocuğu bana çağırıyordu. Derinden ve uzaklardan geliyordu sesi. Görüntüsü bulanıktı. Fakat onun ben olduğunu biliyordum. Umudun ışığıyla bulanan gözleri zifiri karanlığın ortasını bir ok misali delip geçiyordu.
İlk gülümseyişini hatırlıyorum, geleceğime yankı uyandıran sonsuz bir ışık gibiydi. Düştü, elinden tutup kaldırdım bir yetim olmama rağmen, aile kelimesini sadece ölüm döşeğine erişmiş bir yaşlı kadının yuvasından öğrenmiş olmama rağmen, baba gibi korudum kolladım onu. Sevdim onu, ama ondan çok umudunu sevdim. ---Kırılganlığına rağmen o eğilmeyen başını, bükülmeyen ince, narin boynunu sevdim. O çocuk ilk ne zaman öldü içimde bilmiyordum. Yası hala çaresizce tutuluyor ama hala ruhu içimde bir yerlerde, sanki dünmüş gibi kaçıp saklanıyor, biliyorum, farkındayım, korkuyor biri bulur da kızar diye, hassas, çok hassas, bir oğlana yakışmayacak, ayıplanacak kadar kırılgan. Bir ben biliyorum onun yaralarını, bir de Tanrı biliyor. Ama o çocuğun ruhunu saklandığı ininden çıkarıp yüzleşecek cesareti ne kendimde buluyordum, ne de katran karasına bulanmış bu sakat ruhumda.
Korkak herifin tekiyim sanırsam ama bundan utanmadım. İlk defa yüzüm kızarmadı. Bir kurtuluş yolu aramadım. İlk defa günahım yüzümden yargılanmayacağımı düşündüm sadece. Yıl 1941, daha gençliğine ilk adımlarını atan, mutlu, belki de o zamanlar yaşadığı köydeki tüm çocukları geride bırakacak kadar saf bir oğlan çocuğuyken, işledim ilk günahımı. Hala tüm netliğiyle zihnime saplı duruyor babamın yüz ifadesi. Ölümünden önce gördüğüm o yüz ifadesi her bir bağırışında, Tanrı'ya olan son çağrısında, sesi yankı yapıyor kabuslarımda. Gür sesinin altından doğan küçük kırmızı damlalar her bir öfkesinden kalanla toplandı, bir araya geldi, büyüdü. Bense gözlerimin önünde dolan bu kan birikintisini, korkuyla izleyen bir çocuk oldum sadece. Fakat bu korku ne babamın ölümünü engelledi, ne de kendi kanını geleceğimin üstüne sıçratmasını.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lux Æterna | Taekook
FanfictionUyan melankoninin anası, uyan ve ağla. Yanan yataklarını söndür, alev gözyaşların. Ve bırak atsın gürültülü kalbin. Ruhun onun ki gibi sessiz ve şikayetsiz bir uykuya dalsın. Ve ona deki; umutsuz gözyaşlarınla beslediğin aşkın bir rüya değil, ölümsü...