Her adımımda sanki daha içerilere uzanıyor elim. Aklıma bir bir geri geliyor o anlar. İlk adımımı attığımda aklımda sadece, ikimize de kilometrelerce uzak bu şehirde buluşma sözü verişim var. "9 yıl sonra, Antalya'da.." diye fısıldayışı beş dakika öncesi gibi aklımda duruyor. Memleketi Sinop'tu, ben de doğma büyüme Ankaralıyım. Antalya'nın nereden geldiğini o zamanlar da anlayamamıştım. Ama söz vermiştik işte. Bugünlere kadar getirmiştim sözümü, unutmayacağı konusunda ona da güvenim tamdı.
Okula ilk geldiği gün hemen içim ısınmıştı. Herkes onu fazla suskun ve içine kapanık bulurken, ben çekine çekine yanaşıp tanışmaya çalışmıştım. Önce bakışlarla, ardından müzikle ve son olarak da ortak düşüncelerimizle anlaşmıştık. Bana hiç sormadan kulaklığını sağ kulağıma tıkamıştı. Bunun anlamını da kısa sürede tekrar tekrar yaşayınca çözmüştüm, yeni bir şarkı keşfetmişti. Az konuşurduk, dediğim gibi birbirimize bakmamız kelimelerimizi okumak için yeterliydi. Beraber yiyemezdik, öğle araları okuldan dört blok ötedeki lojman evine giderdi. Karşı sınıfın en arkadaki penceresinden eve girdiği ana kadar izleme şansım oluyordu. Geri dönene kadar beklerdim ve o da döndüğü gibi kulaklıkları paylaştırırdı. Müzik dinlerken upuzun saçlarıyla oynardım. Gerçek olduğuna inanmak istemediğim altın sarısı gölgeler vardı saçında. Onları hep kayırır, daha özellermiş gibi tutam tutam sağ omzunda toplardım. Bu minik oyunumu pek sevmezdi. Bakışlarından anlayabiliyordum ama çözümlemek güç geliyordu. Saçlarını neden sevmediğini hiç anlayamadım, soramadım da. Bir keresinde denemiştim aslında, adeta o anı hiç yaşamamışız gibi arkamdaki tahtaya bakmaya başlayıp bir süre sonra yüzüne düşen saçlarını geri savurmuştu.
Aklıma gelen, ilk yaşadığımda unutmama sözü verdiğim bir diğer an da, onu ayaklarını sürüyerek yemekhanede dolanırken bulduğum andı. Okul girişi, evinin etrafı ve sınıf dışında bir yerlerde onu görmek benim için bir sürpriz sayılırdı. Önce birkaç tur atmış, sonra yavaşça bahçeye yönelmişti. Peşinden yürüdüğümde beni spor odasına kadar götürmüştü. İçeri girip elinde iki raket ve bir pinpon topuyla dışarı çıktığında şaşırmıştım. Aniden bana dönüp, "Oynamak ister misin?" demişti seslice. Sanki başından beri arkasında olduğumu biliyordu. Onun bir melek olduğunu ilk kez orada düşündüm.
İlk sarılışımız karlı bir kış gününde oldu. Dört blok ötedeki evine kadar yürüdüm onunla. O kısa yol boyunca hep önden yürüyerek konuşmamaya devam etti. Kapıya vardığımızda da bana dönüp aniden boynuma sarıldı. Tadına bile varamadım diyebiliriz. Telaş içinde kürek kemiklerine götürdüm ellerimi. O ensemde ellerini gezdirirken hızlı hızlı sırtını yokladım. Kanatlarını bulamayınca hayal kırıklığına uğradım. Geceleri uyanıp evinin etrafında uçarak dolaştığına o kadar emindim ki oysa. O an boşluğuma denk gelmiş olmalı, biraz sertçe onu geri itip tekrar gözlerine bakmaya başladım. "Kanatların nerede?" diye sorduğumda her zamanki gibi sustu. Biraz zoraki gülümsedi. Arkasını dönüp evine giderken kendi kendine mırıldanışını duydum:
"Kim bilir, belki yakında çıkarlar."
Kendimi suçlu hissedip peşinden koşturmuştum. Narin omzunu arkasından kavrayıp hızla kendime çevirmiştim onu. Hemen kapının önündeydik. Hatta anahtarına gidiyordu elleri. Vazgeçti. Gözlerimden özür dilediğimi anlamış olmalıydı. Bakışlarını kaçırdı, bir yandan elleriyle sırtımı kavrıyordu. "Bu sefer gerçekten sarıl." dediğinde utana sıkıla gülümseyip, onu tüm şefkatimle sarmalamıştım oracıkta.
Derslerinin pek iyi olduğu söylenemezdi. Ben ona oranla daha bir başarılı sayılırdım. Ve bu muhabbet başlatmak için en kıyak bahanemdi. Sürekli beceremediği basit sorulardan girip ağzından bir kaç kelime almaya çalışırdım. Neden bu kadar çok düşünmesine rağmen az konuşmakla yetindiğini merak ederdim. Bazen bakışları sabitlenir, bana bakarak bambaşka bir şeyler düşünmeye başlardı. Zihninden film şeridi gibi sırayla geçen olaylar olduğunu seziyordum. Tam da bana bakarak beni görmediği bu anlarda yüzüne söylemek geliyordu içimden, "Seni seviyorum." diye. Bana bakmadığı zamanlarda da onu baştan sona süzmek istiyordum. Ama hep bana dönüp bu eylemimi yarıda kesiyordu. Acaba sürekli ona bakarken beni yakalaması hoşuna gitmiş miydi? Belirsizliği ve gizliliği ile muhteşemleşen bir havası vardı. İlk geldiği zamanki gibi değildi artık, sınıfta herkes ona ilgiliydi. Hepsini ayrı ayrı kıskanıp hepsini ayrı ayrı uzaklaştırmak istiyordum etrafından, en yakın arkadaşlarımı dahi... Dediğim gibi, ben onun bir melek olduğuna ve yakında kanatlarının çıkacağına inanıyordum. Herkesten önce onu kanatlarıyla görmek istiyordum içten içe. Ne yazık ki bugüne dek nasip olmadı. Acaba dokuz yıl içinde, kanatları çıkmış mıdır? Yoksa çoktan çıktı da benden önce tonla insan mı gördü onları?
Aklıma en son, söz verişimizin hemen öncesi geliyor tabi. Unutulmak istenenler, hep geç hatırlanıyor. O gün o kadar mutlu ve neşeli gelmişti ki yanıma. Son derece kımıl kımıl bir heyecan yaşamıştım gelişini görürken. Genelde yavaşça yürürdü, o gün ise adeta koşuyordu okulda. İkinci katın tuvalet koridorundaydım, beni arayıp bulmuş olmalıydı. Sanırım ilk kez buruk gülmenin, zoraki gülmenin, hafifçe gülümsemenin yerine kocaman gülerken görmüştüm onu. Tanışmamızın birinci yıldönümüne sadece birkaç gün kalmıştı ve bunu düşündüğüne emin oldum o an. Evet, bu yüzden mutlu olmuş olmalıydı. Hiç bu kadar saf sırıttığını görmemiştim. Bir müjde vermeye gelmiş gibiydi. Evet evet, "Müjdemi isterim!" diyordu gözleri.
Ama vermedi.
"Gidiyoruz, Sinop'a!"
Bu kadardı sadece. Sadece iki kelime yeterli olmuştu. Önce beynim, ardından kanım ve en sonunda kalbim durdu.
YOU ARE READING
Nankör Kedi
RandomTam dokuz yıl bekledi. Hayatının en güzel yılını ona yaşatan insanla bir kez olsun tekrar görüşebilmek için. Vakit gelip çattığında, ağzı kulaklarındaydı.