"Dün sabaha karşı kendimle konuştum,
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum,
Yokuşun başında bir düşman vardı,
Onu vurmaya gittim, kendimle vuruştum."~ Özdemir Asaf
Ne kadar soğuk olabilirdi ki hava, üstelik Temmuz'un ortasında? Belki de hava değil içi soğumuştu onun... İşte bu daha zordu, kim yakacaktı içinde ki ateşi bir daha? Yada o ateş bir daha yanar mıydı, kimin umrunda? Yalnızca sessizliğin sesi vardı şimdi kulaklarında, yani en korkuncu en tiz ve en gürültülü olan aslında. Kendini geceye benzetti bir an genç kız, tıpkı zifiri karanlık kadar sessiz ve ürkütücü gözükse bile içinde çığlık çığlığa haykıran bir çocuk vardı. Tıpkı zifiri karanlığın içinde sakladığı tüm sessiz haykırışlar gibi... Evrene benzetti bir an kendini, hani o aydınlık yıldızları içinde barındıran evren devasa patlamaları uzay boşluğunda duyulamayan evren. Tıpkı evren gibi uçsuz bucaksız ve olağanüstü gözükse bile patlarken içine attığı sessiz çığlıkları vardı... Çok mu biriktirmişti içinde, yada insanlara fazlalık olmamak için haykıramamış mıydı içine attıklarını. Veya ne fark ederdi ki söylese de, kim onu umursardı? Üzerinde oturduğu tıpkı yüreği kadar buz gibi kayalıklarda eline minik bir taş almıştı, ta en derine ta en ileriye atmıştı. Bir, iki, üç... Çok cesurca başlamıştı yolculuğuna minik taş, oldukça geniş bir çember ve küçük bir ses bırakmıştı ardında. İkinci sıçrayışı biraz daha korkakçaydı ama hâlâ önceki kadar olmasa da büyük bir çember ve daha ince bir ses bırakmıştı ardında, sonraki her sıçrayış bundan daha kötüsü olamaz diye düşünse bile hep daha daha güçsüzleşmişti sıçramaları ve en son ki sıçrayışı -belki o bile habersizdi son olduğundan- ilkinin aksine hiç çember oluşturmamış ve büyük bir ses bırakmıştı ardında, gerisi mi? dibi boylamıştı minik taş oysaki çok kararlı değil miydi en başta, düşünür müydü yavaş yavaş dibi boylayıp yok olacağını? belki... Ama o yine de büyük hayallerle başlamıştı yolculuğuna tıpkı taşın her sıçrayışta oluşturduğu çemberler gibi, her sıçrayışta biraz daha artan ses ise tıpkı içine attığı çığlıklarına benzemiyor muydu? Hayalleri gün geçtikçe azalıp yok olmuş ve yerini tiz çığlıklar kaplamıştı, minik taş da aslında ta kendisi değil miydi? İçinde sıçradığı deniz kendi hayatı, taşın dibi boylaması ise hayallerinin yıkılışıydı...
Birden bir karaltı hissetti üstünde, umursamadı ilk başta. Sonra ise tıpkı kendi yüreği kadar soğuk bir ten değdi tenine, içinde büyükçe bir ürperti oluşmuştu. Bir süre izledi genç kızı tıpkı onun gibi hemen yanındaki bir kayalığa oturup, görebileceği en uzak noktaya odaklandı. Öylece beklediler ,ne yanına oturup sakince tıpkı onun gibi sonsuza kadar uzanan denizi seyreden 'genç' ne de 'o' bozmadılar sükutu, sessizliğin sesini dinlediler bir süre. İki genç de en iyi bilenlerdendi bu hissi, hani derler ya fırtına öncesi sessizlik... onlar fırtınadan evvel ki son sessiz saniyelerini yaşıyorlardı. Bu fırtınanın bir gün kopacağı kesindi ancak ne günü ne de saati kesindi, fakat şu an ikisi de hissedebiliyorlardı fırtına birazdan kopacak; ya her şey son bulacak yada yeni hayatın ilk adımları atılacaktı. Zaten her son yeni bir başlangıcın habercisi değil miydi..? Ancak her yeni başlangıç bambaşka insanlar bambaşka hayatlar bambaşka duygular demek olduğu için aynı zamanda da bir devrin kapanışı -son buluşu- demekti.
Bir an iki gencin de gözleri birbirini bulmuştu, o kadar derin baktı ki her ikisi de karşıda ki her bakışa başka manalar yükleyebilirdi. Pişmanlık, hüzün, keder, aşk acısı vardı genç adamın gözlerinde; Öfke, hayal kırıklığı, intikam, acı vardı genç kızın gözlerinde. "İnsanın gözleri öyle kelimelerle konuşur ki; dil onları telaffuz edemez." (Kızılderili Atasözü)
Onlar yerine her şeyi anlatan gözlerinin susma vakti gelmişti artık, bu uzun süren sükutu bozan genç adamın boğazını temizledikten sonra varla yok arasında çıkan tok sesi olmuştu. "Çok şey yaşadık, kimi zaman seni sevdiklerini kırdım. Biliyorum hatalarım belki telafi edilemez ancak ben geçmişi unutabileceğimizi düşünüyorum Aybike, yepyeni bembeyaz bir sayfa açabiliriz. Tabii sen de kabul edersen..."Genç kız bir süre kaşlarını çatıp yanından gelen sese inat seyretmeye devam etti denizi, çok geçmeden gözünde canlanan mâzi ile gözünden akan yaşlara engel olabilmek için alt dudağını ısırıp -gözlerini denizden ayırmadan- söze girmişti. " Varsayalım ki ben kabul ettim; sen benim onlar için ölümü göze alabileceğim insanları incittin, her defasında geçmişi yüzüme vurmayacaklar mı yada sor bakalım ben o geçmişi sineye çekebildim mi?" Doğru söylüyordu genç kız aslında geçmemişti henüz geçmiş sonsuza dek de geçmeyecekti, çünkü genç adam onun değer biçtiklerini incitmişti ve bu kendi yaşadıklarından daha fazla acı veriyordu yüreğine. "Acı veriyorsa geçmiş; geçmemiş demektir." (Murathan Mungan)
" Okula ilk geldiğimizde ne büyük hayallerim vardı biliyor musun? Her şeyi geçtim, alt tarafı on yedi yaşımda bir ergendim ben; evden okula, okuldan eve gitmekten başka hiç bir vazifesi, derdi, tasası olmaması gereken sıradan bir ergendim ben!" Artık engel olamıyordu göz pınarlarından akan damla damla yaşa ancak yine de dik durması gerektiğini hatırlayıp elinin tersiyle ittirmişti. "Geldiniz çöktünüz hayatımıza karabasan gibi; iğreniyorum senden, o okuldan, seninle kurduğumuz her diyalogdan dahası gözlerimin her seni bulduğu andan hiç olmadığım kadar tiksiniyorum." Gözyaşlarını tutmasının bir manası kalmamıştı, çünkü ağzından çıkan her kelime yüreğine bir hançer gibi saplanıyordu her ikisinin de. Nitekim öyle de oldu serbest bıraktı iki genç göz yaşlarını. "Babamı sakat bıraktığı için yüzsüzce gidip Tolga'dan 'hesap' soran sendin? Ama iki -üç ay önce babamı sakat bırakma tehlikesine de sen koydun. Ne değişti iki üç ayda? Ben sana tek bir şey söyleyeyim mi Berk; ben hiç bir şeyi sineye çekemem, yaptıklarını bir çırpıda unutup seni iyilik meleği ilan edemem!" Bu sefer parmaklarü girmişti devreye genç kızın karşısında duran adamın göğsüne işaret parmağı ile sertçe baskı yaparak söylüyordu her kelimesini. " Haklısın, çok haklısın... O kadar çok şey değişti ki hayatımızda, seni ilk gördüğüm anda -belki kendime bile ilk kez itiraf ediyorum- daha önceden kimseye karşı hissetmediğim şeyler hissetmiştim. O kadar yoğun duygular beslemiştim ki ilk görüşte sana... Ya ben senden hoşlanmıştım! Ben, Berk Özkaya; Aybike Eren olarak sana karşı tarifsiz duygular hissetmiştim!!!" Parmağı ile genç adamın göğsüne daha sert baskılar uygulamaya başlamıştı. " O kadar çok körleşmişdi ki gözlerim, sen fotoğrafımızı çekip tüm okula yaydığın zaman bile hatayı kendimde aradım. O kadar çok körleşmişdi ki gözlerim Melisa seni reddettiğinde ki sevincimi görmeliydin. Ve o kadar çok aptaldım ki ben Allah kahretsin ki yaptığın hiç bir hata seni benden soğutmaya yetmemişti ta ki aileme zarar verene kadar..." Şimdi ise göğsüne vurmayı bırakmış yakasından tutup silkeliyordu genç adamı ancak ne sesini çıkartmaya ne de itiraz etmeye hakkı olmadığının farkındaydı Berk. "Keşke sen ben olsan; seni sevmenin ne kadar zor olduğunu anlasan, keşke ben sen olsam; bu kadar sevilmenin tadını çıkarsam." (Özdemir Asaf)
" Ama artık olmaz Berk, olamaz... Bizden olamaz, keşke bıraksaydın da sadece platonik kalsaydım. Unuturdum bir süre sonra. Hatta varya keşke seni gördüğüm ilk gün hiç olmasaydı, geberseydim de o gün yaşanmasaydı. Keşke ellerim kırılsaydı gözlerim kör olsaydı da o günlüğe seni yazmasaydım!" Aybike'nin soğuk avuçlarını -yumruklanan göğsünü umursamadan- son bir ümitle birleştirmişti kendi elleriyle "Deme öyle Aybike..." Adeta içine kaçmıştı sesi o kadar ürkekçe ve boğuk çıkmıştı ki her harf pişmanlık haykırıyordu. Genç kız, Berk'i yumrukladığı ellerinin bir anda durdurulmak için tutulmasıyla "Bırak!!" diye haykırmıştı, "Dokunma bana!" O kadar yüksek çıkmıştı ki sesi tüm sahilden duyulabilirdi, sanki şu zamana kadar sakladığı sessiz çığlıkları bugün nefesinde hayat bulup var gücüyle patlamıştı.Çünkü tüm yaşanmışlıklardan dolayı hiç tahammülü kalmamıştı bu adama. Artık Berk'in durdurmaya çalıştığı yumruklarını sallamayı bırakmış ve son sözlerini söylemeye başlamıştı sinirden durduramadığı kahkahalarının arasında. "Trajikomik, hemde çok... Hiç mi utanma yok sende ya? Nasıl çıkıp karşıma 'deme öyle' diyebiliyorsun? Sana bir şey itiraf etmemin vakti geldi artık, hani demiştim ya, çok şey değişti diye, ta en başta sana karşı olan saf sevgim artık kocaman bir hiç oldu Berk, yerini saf ve tahmin edemeyeceğin kadar büyük bir nefret aldı. Senden NEFRET EDİYORUM, senden İĞRENİYORUM. Nefret ediyorum senden, duydun mu?" Sonlara doğru iyice yükselen sesi beraberinde serbest bıraktığı yumruklarını tekrar adama karşı kullanmasına sebep olmuştu. Ancak Berk sertçe yutkunup göz yaşlarını tekrar serbest bırakmaktan başka hiçbir şey yapamamıştı, başını önüne eğip pişmanlıkla dinlemekle yetinmişti. Genç kız şimdi sadece iki kelime söylüyordu "Nefret ediyorum!!" üstelik onlarca kez tekrar ediyor her hecesini baskılıyor her defasında sesinin tonu daha da yükseliyor, yumrukları güçleniyordu. "B-ben çok üzgünüm..." son pişmanlık neye yarardı ki? kırdığı onca kalp, bir insanda öldürdüğü duygular, tüm yaptıkları... Telafi eder miydi bir özür hepsini? Elbette hayır ;bazı hataların telafisi olmazdı, bazı şeyler henüz başlamadan bitmeye mahkum kılınmıştı. Tıpkı onların aşkı gibi. Genç kız babasının sakat kalma tehlikesi yaşadığı o geceyi sineye çekip unutabilir miydi mesela? Yada tüm okula rezil olduğu zaman ki utanç duygusunu hemen silip atabilir miydi. Veya bir başka insanın eskilerini giydiği için yine insanlar önünde rencide edilişini silebilir miydi bir çırpıda hafızasından. Kuzenlerinin -bu hayatta ki en değerlileri- yaşadıkları da bu adam yüzünden değil miydi? Hadi kendine yapılan her şeyi geçti onlara ne hesap verecekti? İşte bu yüzden bazı şeyler bitmek zorunda kılınmıştı, şimdi genç kız tüm duygularını yok sayıp, gecenin bir vakti -içinde kopan fırtınalara rağmen- terk etmek zorundaydı orayı. ki öylede yapmıştı. Genç adam boşluğa düşen vucudunu dengede tutmak için kayalıklardan destek alıp bir köşeye sinmiş ve sırtı dönük ardına bile bakmadan kaçıp giden sevdiğini izledi uzun bir süre ta ki yok olup gözden ıraklaşana kadar, belki de son görüşüydü onu... kim bilir? bu şehirden bu ülkeden bu dünyadan kaçıp gitmek her şeyi tek celsede silip atmak istedi bir an... Belki böylesi herkes için daha iyiydi.
"Her insan için bir âşık olma zamanı vardır, bir de ölmek zamanı." ne tesadüf ki onun için aşık olmak ve ölmek zamanı aynıydı, kendini bıraktığı azgın sular sabaha karşı kıyıya cesedini vuracaktı..."İmkansız aşk diye bir şey yoktur,
Aşkı için koşmayan insan,
Aşkı imkansızlaştırır."~Albert Camus
Eeee şeyy 👉👈 siz şimdi bir açıklama bekliyorsunuz tabii... Bu tek partlık bir kurgu, inanın hangi ruh haliyle yazdığımı bilmiyorum... son alıntım durumu düzeltmek için sonradan eklediğim bir şey ancak işler daha da b*ka sardı sjsjsjsjsjsjs.
Uzun süredir kimse bana ağaz dolusu hakaret etmedi bu sebeple serbestsiniz. Sizi biraz da olsa hüzünlendirebildiysem ne mutlu bana...
Psikopat olduğumu düşünüyorsanız yanlış düşüncedesiniz yüksek işlevli bir sosyopatım ;)
Şimdi fikirleriniz benim için mühim fragmanda şıp diye sevgili oldukları için fena olmayan bir yüzleşme yazmak istedi paşa gönlüm.Nasıl buldunuz?
En beğendiğiniz sahne?
En sevdiğiniz replik?
Bu kitabı diğer kitabımın devamı olarak düşünün ona son verdim buradan genelde tek partlık hikayelerle devam.
Aklımda bir kaç kurgu fikri var ancak istediğiniz bir konu varsa yazmak isterim.
lütfen belirtin...
Mutsuz sonla yazdığım son kurgu, söz.Son olarak hoşçakalın :)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
NÂR-I AŞK
Fanfiction...Çünkü aşıklar için cehennemde çıkan bir "Nâr" daha vardır.Nâr-ı Aşk Osmanlıca'da aşk Ateşi anlamına gelir."Nâr"ise cehennemde yanan ateş türlerinden biridir. Şüphesiz ki cehennem ateşleri varlığı en yakıcı, kavurucu olanlardır. Ve aşk bunlardan b...