"Jungkook ben geldim artık sen çıkabilirsin. Teşekkür ederim idare ettiğin için acil olmasa bekletmezdim seni cidden."
İş arkadaşım Kevin'ın seslenmesiyle kafenin kapısına çevirdim kafamı. Küçük bir işletmeydi burası, sıcacık ev hissi veriyordu. Müşterilerini tanırdık artık hep. Sürekli gelen kişiler takılırdı çoğunlukla burada. Kevin ve ben burada çalışıyorduk. Anlaşabildiğim sayılı kişilerdendi. İnsan sevmezdim pek. Göstermelik samimiyete, vakit kaybına gerek yoktu.
"Tamamdır. Sen üzerini değiştir gel vaktim var." Aslında pek de vaktim yoktu. Evde beni bekleyen meleğim vardı. Eminim çıkış saatim geçtiği için onlarca arama vardı telefonumda.
Fakat kontrol edememiştim sürekli müşterilerle ilgilendiğim için.Kevin beni kafasıyla onaylayıp minnettar bakışlarıyla arkaya gitti.
"Pardon bakar mısınız?"
Müşterinin seslenmesiyle odağımı şu ana vermiş, oraya yönelmiştim. "Buyurun"
"Sıcak çikolata alabilir miyim ve bir de espresso macchiato?"
"Tabii hemen getiriyoruz." Siparişi veren kadını onaylayıp mutfağa yöneldim ve kafemizin baristası Jongin'e ilettim.
Kısa bir süre içerisinde hazırlanan kahveleri servis ederek içeri giren Kevin'a işi devretmiş, soyunma odasına geçmiştim. Boşluğu fırsat bilip telefonu elime alır almaz bildirimlere göz atmıştım ama tahmin ettiğim gibi olmamıştı. Hiç bildirim yoktu. Zaten sık sık düşmezdi ekranıma ancak o yazardı ya da arardı beni. Ancak 2 saat geç kalmıştım ve aramamış mıydı gerçekten? Şaşırmıştım ama sonuçta eve dönüyordum sebebini öğrenebilirdim.
"Ben çıkıyorum size kolay gelsin, iyi akşamlar." Kevin ve Jongin'e veda edip kapıya yöneldim hemen. Çabucak evimize gitmek istiyordum. Ne kadar sürekli yan yana olmaya çalışsak da uzak kaldığım ilk an özlemeye başlıyordum onu. Bu artık istek değildi benim için zorunluluktu. O benim olmazsa olmazımdı. Beni hayatta tutan, yaşamaya değer tek sebebimdi.
Onunla tanışmak için ne gibi iyilik yaptım diye düşünürdüm sürekli. Fakat yoktu işte. Tek bir iyiliğim, güzelliğim... Bu dünyaya hiçbir faydam olmamıştı. Ama o bana kendisini vererek beni dünyanın en güzel hediyesine kavuşturmuştu.
Esen soğuk rüzgar kot ceketimden sızarak tüm vücudumu titretiyordu. Fakat hissetmiyordum. Çünkü onu düşünüyordum. Dedim ya işte olmazsa olmazım. Yokken de benimleydi. Kalbimde öyle bir yuva kurmuştu ki ne istese çıkabilirdi ne de ben çıkartabilirdim.
Issız sokaklardan geçerken soğuk havanın insanları kaçırdığını fark ettim. Savurmuştu adeta herkesi. Normalde kalabalık, cıvıl cıvıl olan caddeler şu anda hiçlik gibiydi. Ya da bugüne özeldi bütün bu olanlar.
Ufak tefekti şu anda gitmekte olduğum evimiz. O sürekli olarak yaşamazdı benimle. Kendi evine giderdi ailesinin yanına. Benim yokluğunu çektiğim her şeye sahipti. Belki de bu yüzden onunlayken tamamlanmış hissetmem.
Bu yüzdendir ki ona baktığım zaman diğer yarımı görmem. Tanrı benden aldığı her şeyi ona vermişti arayıp doğru kişiyi bulayım diye. İpucuydu benim için eksiklerime sahip olması, tutunmuştum işte bu sebeplere.
Sokağına girdiğim evimize yaklaştıkça heyecanlanıyordum. Kalbim ağzımda atıyordu adeta ya da göğüs kafesimi yok sayıp bedenime çarpıyordu kuş gibi. Özgürlüğünü isteyen bir kuş. Çıkıp mutluluğunu göklerde ayının yanında yaşamak isteyen bir kuş.
Zile bastım ve açmasını bekledim kapıyı. Ne kadar süre geçti pek hatrımda değil fakat yeterli olduğuna emin olduğum zaman tekrar basmak istemedim. Uyuyor olabilirdi. Uykusunu bölmesine gerek yoktu. Onu kaç kere uyurken izledim bilmiyorum ama melek gibiydi. Kaşları daima çatılı olurdu. Kabus görüp görmediğini sorduğum zaman da geçiştirerek cevaplar verirdi.
Sol cebimden anahtarı çıkararak kapıyı açtım ve içeri girdim. Evimiz pek sıcak olmazdı. Kazancım fazla olmadığından yüksek harcamalar yapamazdım. Yeterdi başımda bir çatı olsa. Kalın giyerdim bende.
Öncelikle lavaboya girip ellerimi, yüzümü yıkadım çünkü onu görünce dayanamaz her yerini öpmek isterdim. Biliyordum kendimi.
Evde yalnızca bir oda ve bir salon vardı. Yetiyordu bize, fazlaydı bile. Arkadaş çevrem yoktu evime gelebilecek. Kimseyle samimi değildim yuvamızı açabilecek kadar.
Önce odamıza yöneldim. Yorgunsa direkt uyumak isterdi ve kesinlikle tercihi rahatsız gıcırdayan kanepe olmazdı.
Yatağın üzeri hiç bozulmamış, düzenli bir şekilde duruyordu. Tıpkı bıraktığım gibiydi. Salona geçtim bu sefer. Tahmin ettiğim gibi kanepe boştu fakat o da yoktu.
Telefonumu çıkarıp adının üzerine geldim. O beni aramadıysa ben onu arardım. Sonuçta o da geç kalmıştı değil mi? Geçerli sebebi yoksa güzel bir cezayı hak ediyordu.
Telefonun 'meşgul' sesiyle dağılan düşüncelerimi toparladım ve aramayı sonlandırdım. Mesaj atabilirdim o halde. Kısa bir 'neredesin' mesajından sonra Telefonun kilit düğmesine basarak ekranın kararmasını sağladım ve çok aşırı rahatsız kanepeye attım kendimi gıcırdayan yaylar eşliğinde.
Kafamı arkaya yaslayarak gözlerimi kapattım. Yorulduğumu ancak hissedebiliyordum. Ayaklarımı önümdeki küçük sehpaya uzatarak göz kapaklarımı harelerime siper etmeye devam ettim.
Ne kadar dinlendim, hangi ara uyuklar hale geldim bilmiyorum fakat telefonuma baktığım zaman neredeyse 1 saati devirdiğimi gördüm. Evin boşluğunun ve sessizliğinin farkına vararak hala gelmediğini anladım.
Rahatsız pozisyonda yaklaşık 1 saat geçirdiğim için kalkarken her yerimin tutulduğuna emin oldum. Kollarımı gererek az da olsa hareket ettirmeye çalıştım. Uyuşmuştum adeta, karıncalanıyordum.
Ayağa kalktıktan sonra midemden gelen sesler sebebiyle acıktığımı fark ederek mutfağa girdim. En azından pratik olarak noodle yapabilirdim. Suyu kaynaması için koyduğum sırada telefonumdan sevdiğim bir şarkıyı açarak dinlemeye başladım. Bir şeyler yaparken müzik dinlemeye bayılırdım. Her anımın ve modumun farklı bir şarkısı vardı.
Noodle'ı hazırladıktan sonra çubuklarımla yemeye başladım. Aslında yalnız yemek yiyemezdim özellikle hayatıma o girdikten sonra fakat bugün istisnaydı sanırım. Hem haber de vermemişti. Gelecek olsa kesinlikle haberim olurdu.
Yemeğimi bitirdikten sonra bir bardak su içerek bulaşıkları yıkamış ve yerlerine dizmiştim. Dediğim gibi maddi durumum berbattı. Bu yoklukta bulaşık makinesi gibi parası gani olan şeylere yatırım yapamayacaktım.
Mutfaktaki işimi hallettikten sonra salona tekrar girdim fakat bu sefer kanepenin arkasındaki yemek masasının üzerindeki kağıt ilgimi çekti. İlk girdiğimde gözlerime perde inmişti yorgunluktan görememe sebebim buydu yüksek ihtimalle.
Masanın üzerinde beyaz kağıt vardı sadece. Kalbim anlam veremediğim sebeple hızlandı. Sevmezdim gerilmeyi ve sürprizleri. Bilinmedik şeyler ürkütürdü beni.
Kağıdı açtım ve gözlerim ilk olarak en başına takıldı... "Benim galaksi gözlü sevgilim" tüylerim diken diken olmuştu ve olduğum yerde donduğumu hissediyordum. Sevmemiştim bu hissi hiç. Midem bulanıyordu. Henüz bir cümle bile değildi algılayabildiğim fakat daha nedenini bilemeden bile hissetmiştim üzerimdeki etkisini.
Okudukça gözlerim benden habersiz bir şekilde yanaklarımı ıslattı. Kirpiklerimin birbirine geçtiğine emindim. Kalbim sıkışıyordu. Ölecek gibi hissediyordum ama bu acı öldürmezdi, ölmeyi dilemene sebep olurdu farkındaydım. Mektubu kaç kere okudum, canımı en çok hangi cümle yaktı, hangi kelimeler zaafım vardı yüzlerce kez düşündüm o dakikalar içerisinde. Bacaklarıma fazla geldi bedenim. Hangi ara dizlerimin üzerine çöktüm onu bile bilmiyordum.
Dünyadan koptuğumu sandığım vakitlerde zil çaldı. Şoktan çıkan bedenim ufak bir titreme sonrası kendine geldi ve elimdeki mektubu masaya geri bırakıp koşar adımlarla kapıyı açmaya gittim. Oydu işte gelmişti boşuna hırpalamıştım kendimi. Kapımızı birbirimizden başka çalanımız yoktu bizim.
"Selam kaçak mesajımı aldın mı?"