[01] - kanlı dansa davet

1.3K 155 210
                                    

gördüğüm manzara karşısında korkudan bir iki adım geriledim. o sırada sırtım bir şeye, daha doğrusu birine çarptı. omzumun üzerinden baktığımda sanzu olduğunu gördüm. bir elinde kahve kupası, diğer elinde viski bardağıyla gülümsüyordu.

"uzaktan mı bakıyorsun böyle?" dedi, arkamdan çekilip odada fotoğrafların asıldığı askılıklar dışında tek eşya olan çalışma masasına geçerken. elindeki bardakları son derece parlak yüzeye acımadan bıraktı.

elim, benden bağımsız olarak ileride duran saksıdaki kolu işaret etti. ve sorma gereği hissettim. "o gerçek mi?"

sorduğum sorunun odadaki ağır kokuyu inkar edecek bir cevabı olmadığını biliyordum. gerçekti. sadece ondan duyarsam, mantıklı bir açıklaması olacağına inandım.

"elbette, buradaki her şey gibi."

sözleriyle etrafıma daha dikkatli bakındım. kavanozlardaki tırnaklar, tavandan sarkan saç telleri, yaldızlı makyaj aynasına yapıştırılmış gözler, sahte bir mankenin boynunda duran alyanslı parmak kolyesi, ve daha bir sürü şey. hepsi gerçekti.

çığlık atmak istedim. dilimde öyle bir tat oluştu ki kusmazsam ölebilirdim. ancak kusmama engel olan şey hissettiğim korkuydu. düpedüz korkuyordum. kendi yarattıklarımdan korkuyordum.

omuzlarıma dokunan ellerle girdiğim transtan çıktım. gülümseyerek beni çalışma masasının arkasında kalan sandalyeye çekti. oturduğumda derin nefesler aldım. kaskatı kesilen bacaklarımın titremesine izin verdim.

ben tüm bunları yaşarken o çoktan masanın üzerindeki defterlerden birini çıkarıp önüme koymuştu. "bunda fotoğrafını çektiğim sözler yazılı." dedi, ardından başını yana eğip muzipçe gülümsedi. "o kadar çok betimleme kullanmışsın ki, gün aşırı çektiğim halde azalmıyor."

'ciddi misin?' der gibi suratına baktım. gün aşırı birilerini doğradığını söyleme biçimi kanımı dondurdu.

"öyle bakma, kimseyi öldürmedim. çoktan ölmüş olanları kullanıyorum."

"ceset mi topluyorsun?" dedim. sıcak kahveyi alıp suratına çarpmak istiyordum. bu sefer de ölü beden topladığını itiraf ediyordu. ve hiç utanması yoktu.

masanın etrafından dolaşıp yanımda durdu. oturduğum sandalyeyi biraz geri itip tam önümde masaya yaslandı. sağ elinde tuttuğu viskiden yudumlarken sol eli uzanıp yanağıma dokundu. şimdi parmakları elmacık kemiğimi fırçalıyordu. "abim polis, kimsesi olmayan cesetlerden istediğim parçaları bana getirir."

ilk başta inanmasam da bir şey demedim. çünkü şu an tüm odağım avcunun içine saçmalık derecesinde tam bir uyumla yerleşmiş yanağımdaydı. parmakları belki de bedenimdeki en yumuşak yer olan küçük yanağımı hafifçe okşarken başka bir şey düşünmek küstahlık olurdu.

"korkmana gerek yok." dedi. elini yanağımdan çekip sol bileğimi tutarak beni ayağa kaldırdı. koridorlar oluşturacak şekilde dizenmiş fotoğrafların arasına daldık. her birini tek tek göstermek istiyormuş gibi bir hali vardı.

sırayla hepsini inceledim. uzunca bir ipte tek başına asılı duran fotoğrafa geldiğimizde durdu. uzun uzun fotoğrafa baktı. ben de bakarak hangi söze ait olduğunu bulmaya çalıştım.

"çiçekler gözlerinde ne güzel dururdu, kökleri beynini kemirirken." dedi, dalgın bir ses tonuyla. "en sevdiğim bu."

fotoğraf gerçekten güzeldi. gözlerinde yer bulan zambaklar, kafatasını delip çıkmaya çalışan kökler, arkadaki kırmızı kadife örtü ve kafatasının etrafına saçılmış kanlı zambak yaprakları. bir kere baksanız, o an gözleriniz kör olsun da gördüğünüz son şey bu fotoğraf olsun isterdiniz. zirvede bırakmak gibi bir şey.

"sende leylaklar güzel dururdu." dedi, düşünmeden edemedim. sahi, saçımın hafif lila rengine leylaklar kusursuz bir şekilde uyardı.

"saksıdaki kol ve parmak kolyeyi bundan sonra çektim. ancak bunun kadar başarılı olmadılar."

fotoğraflara isim verdiğini fark etmemiştim. benim şarkıya başlık koymam gibi bir şeydi sanırım. "bunun adı ne?" diye sordum. "aşk." dedi.

"önce düşünürsün, olay beyninde başlar. oradan filizlenir. zaman geçer, büyür, gelişir. artık beyninin sınırlarını zorlayacak kadar çok düşündüğünü fark edersin. ve bu, acı verir. günü geldiginde seni ağlatır. gözlerinden fışkırır. aşk böyle değil midir?"

dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. ağzı açık kalmak deyimi bu olsa gerekti. "yazarken bunlar aklımın ucundan bile geçmedi." dedim. sahiden de geçmemişti. görüntü gözümde canlanmış, estetik durduğu için sözlere aktarmıştım.

birden elinde tuttuğu yarısına kadar viski dolu bardağı boşluğa bıraktı. cam, parke zeminde dağılırken çıkan ses kısmen boş odanın her yerinde yankılandı. o sırada elleri tekrar iki yanağımda yerini bulmuştu. ve bu, garipsediğim bir durum olmaktan çıkalı çok uzun zaman olmuyordu.

"çok zekisin, biliyor musun?" dedi, "ancak zekan herkesin anlayabileceği türden değil."

neyi kastettiğini biliyordum. kendimi zeki olarak tanımlamasam da insanların beni anlamadığı doğruydu.

bir adımda aramızdaki mesafeyi kapattı. sol yanağımdaki eli, başımın arkasına giderek parmaklarını saçlarımın arasına daldırdı. başımı nazik bir çekişle göğsüne yasladı. diğer eli sağ bileğimi tutarak elimi havaya kaldırırken nefes almayı unutmuş gibiydim. göz kapaklarım ağırlaşıyor, uyuşuyordum.

sağ elimi kaldırıp avcunu avcuma yasladı. parmak uçlarımız birbirine minik dokunuşlar yaparken gözlerim çoktan kapanmıştı. eriyor gibiydim.

konuşmasını beklemiyordum, ancak tam o anda "herkese göstereceğim." dedi, "zekanın ve kaleminin dünya üzerindeki en nadide şey olduğunu herkese göstereceğim."

gerek olmadığı hakkında gevezelik etmeme fırsat vermeden elimi yüzüne çıkardı. parmaklarım gözlerinde, yanaklarında, burnunda, dudaklarında gezindi. yaralarına bile dokunduğum halde hiç kusuru yoktu.

yanağında belirgin şekilde duran elmacık kemiklerini okşarken yabancı bir ıslaklık hissettim. gözlerimi açıp bakmaya cesaret edemesem de ağladığını biliyordum. ve ben, acı içindeki kusursuzluğu görmenin bende yaratacağı etkiyle başa çıkabilir miydim bilmiyorum.

"işte o zaman." diyerek elimi dudaklarına indirdi. konuşurken dudakları parmak uçlarıma çarpıyor, adeta küçük öpücükler bırakıyordu. "ben de seni ağlatabilir miyim?"

az önce konuştuğumuz fotoğrafa atıfta bulunduğunu anlayacak kadar zihnim yerindeydi. ancak her halükarda sözlerinin büyüsüne kapılmış olduğum gerçeğini su götürmezdi.

"bilmiyorum." dedim, "ben ağlamam."

gülümsedi, gerilen dudaklarından anladım. tekrardan "öyleyse, seni ağlatanın ben olmama izin verecek misin?" diye sordu elimi serbest bırakıp kolunu omuzlarıma sararken. bana sarılıyordu. bana sarılıyordu ve bu, yabancılık hissettirmiyordu. zaten oraya aitmişim gibi.

"beni ağlatmaya cüret et, ve tüm fotoğraflarını yakayım." dedim, onu tehdit edercesine. onun için değerli oldukları aşikardı. ancak sözlerime gülmekle yetindi.

"istersen şimdi yak gitsin." dedi, "zaten hepsi senin."

___________________________

dude- thisshitsofvckinghot

drakula'nın daveti | rinzuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin