0.6

1.3K 143 102
                                    

nahoya kafamı resmen kedi sever gibi okşadıktan sonra gülerek souya'nın peşinden koşturmuştu. bu neşesi bazen beni şok ediyordu ama uyuz hareketlerine rağmen onu harbiden seviyordum.

mitsuya hariç herkes gitmişti. onun neden gitmediğini anlamıyordum fakat sanırım kendisini babam zannettiğinden benim için endişeleniyordu. bunu da baji-san'ın sinir hastalığına bağlıyordum açıkçası. yüzüme baktığında içinin rahatlaması için kocaman sırıttım ve en sıcak ses tonumla konuştum.

"merak etmene gerek yok baba. bir şey olursa emin ol karşılığını alır. hem sanırım artık sinirimin farkında, o yüzden abartılı bir şeyler yapacağını zannetmiyorum."

"iyi peki. yine de dikkat et kendine. eve gidince de haber ver. biliyorsun."

kafamla onayladıktan sonra omzuna canını yakmayacak sertlikte bir yumruk atmıştım. o da başını eğip önüne döndü ve kaskını takarak motoruna doğru ilerlemeye başladı. normalde çıkışlarda işi olmadığı zamanlar, yani kardeşleri sıkıntı çıkarmadığı zamanlar ki bu sık yaşanan bir durum değildir, beni mitsuya bırakırdı. bir ara tek başıma eve doğru yürürken dikkatsizliğim yüzünden bir motorluyla çarpışıp vücudumda birkaç çatlak oluşmasına sebep olmuştum. o zamandan beri de çıkışlarda böyle birkaç dakika konuşur ardından ayrılırdık. ona sahip olduğum için çok şanslıydım. kimseye böyle bir şey olduğunu belli etmesem bile bizim ekipten kesinlikle en güvendiğim ve saygı duyduğum kişi mitsuya'ydı.

onun motoruna binip gitmesini seyrettikten sonra tekrar okulun tarafına dönüp baji-san'ı beklemeye başladım. spor öğrencilerinin olduğu binanın çıkışı bizimkinden farklıydı. hatta aldığımız ana derslerin derslikleri hariç ortak olan tek şey bahçe ve kantindi muhtemelen. birkaç dakikanın ardından sıkılıp telefonumu çıkardım ve bildirimleri kontrol etmeye başladım. oyunlar ve bizim konuşma grubumuz dışında pek bir şey yoktu. zaten çok yoğun biri falan da değildim. tam zamanlı bir oyun sevdalısıydım. bilgisayarımda, telefonumda ve sahip olabildiğim her yerde oyun oynamayı seçiyordum. onun dışında yaptığım tek şey çizimdi. kafamı böyle dağıtırdım çünkü. annem sağ olsun bunun farkındaydı ve düzenli olarak kendimi geliştirecek bir şeyler yapabilmem için hesabıma para aktarıyordu. bu harçlıktan ayrı olan bir paraydı ama yine de hepsini harcamamayı tercih ediyordum çünkü ne olacağı belli olmazdı sonuçta.

bildirimleri temizlerken omzuma yerleşen kol sayesinde anında tavan yapan anksiyetemle gözlerimi belertip kafamı kaldırdım ve yanımdaki baji-san'ı gördüm. onun yüzüyle kalbim biraz sakinleşirken kolunun altından çıkıp gözlerimi devirdim.

"öyle aniden ellenmez, mağara ayısı mısın?"

"heyecanlandın mı tatlım? merak etme bir dahakine elimi omzuna atacağım chifuyu, heyecan yapma diye bağırırım."

gözlerimi devirip önden ilerlemeye başladım. bir de dalga geçiyordu utanmadan. peşimden geliyor mu diye kısaca kontrol ettikten sonra karşı kaldırıma doğru yürümeye başladım.

"heyecandan öldüm ya, fark etmedin mi? cıvıma be. cıvıma."

"yok, olmaz. benim kanımda var bu. elim dursa durmaz ki dilim."

çılgın bediş alıntısı yaptığında istemsizce gülmüştüm. dünyanın en garip tiplerindendi gerçekten. çılgın bediş alınsın istemem ama sanki zihni tamamen kalitesiz şeylerin kombosuyla patlıyordu ve hepsine rağmen kötü biri olduğunu düşünmüyordum.

"oğlum sakin ol lan. yetişemiyorum. bir de senden daha büyük adımlarım, malum kısasın."

konuştuğunda olduğum yerde durup ona döndüm ve gözlerimi kısarak ona baktım. aramızda çok bir fark olduğunu zannetmiyordum. sadece giydiği postallar yüzünden olduğundan çok daha uzun duruyordu ve aramızda sanki yirmi santim varmış gibi davranıyordu.

limonlu ice tea, bajifuyuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin