Adım Jeon Jeongguk.
Annem ve üç köpeğimizle Busan'da yaşıyorum.
Yakında on dokuzuma gireceğim.
Çok kullanmaktan yıpranmış bir kütüphane kartımdan başka pek bir şeyim yok ama pahalı, işlevsiz eşyalarla dolu, devasa bir evde yaşadığım doğrudur.
Eskiden kumraldım, artık siyah saçlıyım.
Eskiden güçlüydüm, artık zayıfım.
Eskiden güzeldim, artık hastalıklı görünüyorum.
Geçirdiğim kazadan beri migren ağrılarına katlandığım doğrudur.
Aptallara katlanamadığım da doğrudur.
Kelimelerle oynamayı severim, fark ettiniz mi? Migrene katlanmak. Aptallara katlanamamak. Kelime ilk cümledekiyle neredeyse aynı anlama geliyor ama pek öyle sayılmaz.
Katlanmak, dayanmak anlamına geldiğini söyleyebilirsiniz ama bu tam olarak doğru değil.
Hikayem kazadan önce başlıyor. On altımın yazında, haziran ayında babam bizden daha çok sevdiği bir kadınla kaçtı.
Babam vasat bir askeri tarih profesörüydü. O zamanlar ona hayrandım. Süit ceketler giyerdi. Sıskaydı. Sütlü çay içerdi. Masa oyunlarına düşkündü ve kazanmama izin verirdi; teknelere düşkündü ve bana kanoya binmeyi öğretmişti; bisikletlere, kitaplara ve sanat müzelerine de düşkündü.
Köpeklere ise hiç düşkün olmamıştı, ki bu durumda golden retriever'larımızın kanepelerde uyumalarına ses etmemesi ve onları her sabah beş kilometrelik yürüyüşlere çıkarması, annemi ne kadar sevdiğinin bir göstergesiydi. Büyükannem ve büyükbabama da pek düşkün değildi, ki her yazı Geumodo Adası'ndaki konaklardan birisinde uzun zaman önce gerçekleşmiş savaşlar hakkında makaleler yazıp her yemekte akrabalarımıza karşı bir gülümseme takınarak geçirmesi hem beni hem de annemi ne kadar sevdiğinin bir bir işaretiydi.
On altımın yazında, haziran ayında babam gideceğini söyledi ve iki gün sonra da yanımızdan ayrıldı. Anneme, kendisinin bir Jeon olmadığını ve öyle olmak için daha fazla çabalayamayacağını söylemişti. Gülümsemesi mümkün değildi, yalan söylemesi mümkün değildi, o güzel evlerde yaşayan güzel ailenin bir parçası olması mümkün değildi.
Mümkün değildi. Mümkün değildi. Olmayacaktı.
Nakliyat kamyonlarını çoktan ayarlamıştı. Ve bir de ev kiralamıştı. Son bavulu da Mercedes'in (anneme yalnızca Saab'ı bırakıyordu) arka koltuğuna yerleştirdi ve motoru çalıştırdı.
Sonra bir tabanca çıkardı ve beni göğsümden vurdu. Bahçede duruyordum ve o anda düştüm. Kurşun deliği genişledi, kalbim göğüs kafesimden çıktı ve çiçek tarlasının içine yuvarlandı. Kan, açık yaramdan ritmik bir şekilde fışkırıyordu,
sonra gözlerimden,
kulaklarımdan,
ağzımdan...Tuz ve başarısızlık tadı vardı. Sevilmemenin parlak kırmızı utancı, evimizin önündeki çimleri, eve giden yolun taşlarını, verandanın merdivenini ıslattı. Kalbim, şakayıkların ortasında sudan çıkmış bir balık gibi kasılıyordu.
Annem sinirlendi. Bana kendime hâkim olmamı söyledi.
Hemen normale dön, dedi. Hemen şimdi, dedi.
Çünkü öylesin, öyle olabilirsin.
Olay çıkarma, dedi. Soluklan ve doğrul.
Dediğini yaptım.Sonuçta elimde bir tek o kalmıştı. Babam arabayla tepeden aşağı uzaklaşırken annem ve ben sert hatlı çenelerimizi dik tuttuk. Ardından içeri girdik ve bize verdiği hediyeleri çöpe attık; mücevherler, kıyafetler, kitaplar, hepsini. Sonraki günlerde ikisinin birlikte seçip aldığı kanepe ve koltuklardan kurtulduk. Çeyizlik yemek takımlarını, gümüş çatal bıçak setini, fotoğrafları attık.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
we were liar's, taekook
FanfictionBir devrim. Bir kaza. Bir sır. Yalan üstüne yalan. Gerçek aşk. Gerçek. "Bizler yalancıydık. Güzel, ayrıcalıklı ve dertsiz tasasız. Lüks içinde yaşıyorduk. Çatlayıp kırıldık." [ 'Yalancılar' kitabının Taekook'a uyarlanmış halidir. ]