♫ kath bloom-come here ♫
♫damien rice-the blower's daughter♫
♫lord huron-the night we met♫
♫julie delpy-a waltz for a night♫
✿
"aslında böyle rastlantılar yoktur. bir kimse bir şeye mutlaka gereksinim duyuyor ve o şeyi ele geçiriyorsa, bunu ona sağlayan rastlantı değildir; kendisi, kendi içindeki istek ve zorunluluk onu çekip ilgili nesneye götürmüştür."
kaldığım sayfaya parmağımı koyup kitabı kapattıktan sonra iç çektim. yaklaşık üç saattir budapeşte'den viyana'ya giden bir trendeydim. paris'te beni bekleyen jimin'e bir an önce ulaşmak için trende yapılabilecek her şeyi yapmış, tek başıma saklambaç oynayacak kadar sıkılmıştım. her türden insanın bulunduğu bu trende, son yarım saattir bir çiftin ne üstüne olduğunu gram anlamadığım bir tartışmasını dinliyorduk ve ben bu seste demian'ın son yarısını anlayarak okumakla uğraşıyordum. yerimden kalkıp arka taraflara geçtim ve boş olan başka bir koltuğa oturdum.
başımı koltuğun sırtına yaslayıp yüzümün önüne gelen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. üstümdeki kareli gömleğin kumaşı kollarımı kaşındırmaya başlayınca çıkartıp siyah tişörtümle kaldım. kitabı hala elimde tutarken kafamı cama yasladım ve aklıma düşen jiminle oflayarak dışarıdaki manzaraya daldım.
jimin üniversitede konuştuğum tek insandı. hayatımın arkadaşlık yönünde çok büyük şanssızlıklar yaşamama karşın jimin bana verilen bir lütuf gibiydi ve şu an paris'e gidiyor olmamın tek sebebi de kendisiydi zaten.
birkaç ay önce resme ve fotoğrafçılığa ilgim olduğunu keşfetmiş, seninle gezip vloglar çekmemiz lazım diye çığlık atarak tüm evi turlamıştı. sonra en çok gitmek istediği yere karar veremeyip ilk bulduğu tatilde beni oradan oraya sürüklemişti. gezimiz bittikten sonra o paris'e dönerken, ben merakla beklediğim bir grubun yakında performans sergileyeceğini öğrenince birkaç gün daha kalmaya karar vermiştim.
şimdi de paris'e geri dönüyordum çünkü ev sahibimiz en kısa sürede evden çıkmamız hakkında upuzun bir yazı göndermişti ve jimin de hayatım boyunca gördüğüm en panik insandı. saniyesinde beni arayarak artık evsiz olduğumuz ve sokaklarda sürüneceğimiz hakkında bir ton şey saydıktan sonra "zaten trenle geleceksin uzun sürer." diye mızmızlanarak telefonu yüzüme kapatmıştı.
evet burada durduruyorum ve olay akışına bir el atıyorum. çünkü bundan sonraki yirmi beş dakikam oldukça sıkıcı geçti ve ben kafanızı bunlarla doldurmak gerekmediğini düşünüyorum. biraz hızlandırıp sahneyi ileri alırsak bir süre daha titreşen cama kafamı yaslayarak dışarıya bakıyorum, tartışan çift kalkıp yemek vagonuna geçiyor ve yan koltuktaki adam beni izliyor. ben ise sonunda elimdeki kitabı gerçekten bırakıp ona dönüyorum. şimdi tekrardan oynatabiliriz.
elimdeki kitabı bırakarak yan tarafıma döndüm. üstünde siyah dar bir pantolonla yine siyah bir tişört vardı ve kaşlarını kaldırmış bir biçimde gülerek bana bakıyordu. aynı şekilde kaşlarımı kaldırıp dudağımı ısırdım. "niye kavga ettiklerine dair bir fikriniz var mı?" bir anda korece konuşmasıyla şaşırdım. tamam gözleri çekikti ama gözleri bu yapıda olan tek millet biz değildik sonuçta. "pardon. ana diliniz korece değil mi yoksa?" ingilizce bir şekilde devam etti.
"hayır, hayır koreliyim. ama bilmiyorum, almancam çok iyi değildir." ben de nedensizce ingilizce cevapladım. kafasıyla onaylayarak önüne döndü. çekingence ama bu sefer korece devam ettim. "çiftler yaşlandıkça birbirlerini duyma yetilerini kaybederlermiş, biliyor muydunuz?" ilgisinin yeniden bende toplanmasıyla devam ettim. "erkekler tiz sesleri, kadınlar da alçak perdeden sesleri duyma yetilerini zamanla kaybedermiş. galiba böylece birbirlerini etkisiz kılıyorlar."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
before sunrise
Fanfictionno i'm not imposibble to touch, i have never wanted you so much [one-shot]