İçerisinde bulunduğum tarihi salon yavaş yavaş dolmaya başlarken bununla doğru orantılı olarak kulaklarıma ulaşan sesler de artıyordu. Lakin son 3 aydır olduğu gibi bunu oldukça profesyonelce göz ardı ederek sahneye bakmayı sürdürdüm. Sol yanımdaki boş koltuk da dolduğunda sol bileğimdeki gümüş saatime baktım. 19.43 bütün salon yakında başlayacak oyunun sinyallerini veriyordu.
3 aylık rutinim olmasına rağmen bütün salonun ışıkları kapandığında ve sadece sahnenin üstünde bulunan ışıklar bordo perdeye doğrultulduğunda heyecanlandığımı hissettim. Hayır, aynı oyunu 16. kez izleyeceğim için değil bu heyecan. 3 ay önce Jungkook yüzünden resmen sürüklenerek getirildiğim oyunda gördüğüm yüzü tekrar göreceğim için. Daha perde açılmamasına rağmen onu ilk gördüğümdeki duyguları hissediyorum yine. Çıt çıkmayan salon bir anda kulaklarımı uğuldamaya itiyor, zayıf kalbim o an çökmek üzere olan vücudumu hayatta tutmak için hızlıca atmaya başlıyor, ne kadar hızlı atarsa atsın bütün kanım çekilmişçesine aslında oldukça ılık olan tiyatro salonunda üşümeye başlıyorum. Evet, bunlar sadece Park Jimin'i sahnede gördüğünüzde yaşayacağınız ya da yaşadığım birkaç şeyden bazıları.
Şimdi ise 3 ay öncesinden farklı olarak sol tarafımda Jungkook oturmuyor, ben bu salona kendi isteğimle geliyorum ve onu ilk değil 16. görüşüm olacağını biliyorum.
İlk perdenin başlamasını beklerken beynim benden habersizce önceki 15 seferde olduğu gibi kendi içinde bir tartışmaya giriyor. Eminim ki bunu neden ve nasıl yaptığını ne o biliyor, ne de ben biliyorum. Öncelikle göğüs kafesime iniyor. Kalbime niye bu kadar hızlı attığını soruyor, kalp ne yapsın? Bu bilinmemezlik silsilesinde belki de en masumumuz oyken sadece Park Jimin'in etkisi olduğunu bile bilmeden hızlıca atmaya devam ediyor. Sonra akciğerlerime geçiyor. Niye bu kadar heyecanla havayı çektiklerini sorguluyor sanırım. Onlar bir cevap veremese de ben sahnedeki Park Jimin'i görmek ve onun için nefeslendiklerini pek iyi ve yakından biliyorum.
İçimdeki muhakeme hala devam etmekteyken sonunda gözlerimin odağından bir saniye bile ayrılmayan bordo perde iki tarafa doğru açılıyor. Artık neredeyse ezberlediğim acıklı senaryo bu sefer içime hiç işlemiyor, çünkü asla dikkat kesilemiyorum. Ne Werther'in kimi zaman aşk, kimi zaman çaresizlik dolu sözlerini duyuyordu kulaklarım ne de kelimeleri seçebiliyordu. Zaten hep böyleydi, Lotte sahneye çıktığında Werther'in bütün serzenişleri silinirdi gözümde. Çünkü eminim ki sahnedeki Lotte, bana Werther'in çektiği acının binlerce katını çektirmeye ant içmişti.
Son 4 oyundur odaklanabildiğim tek kısım taşınıyor sahneye. Lotte sanki Werther'in çektiği bütün acının tek sebebi değilmiş gibi duruyor. Sanki yalnızca Werther'in değil, benim kalbimi de ele geçirmiş olmanın gururunu yaşıyor sanki aslında içten içe. "Kendi kendinizi kaldırdığınızı, bilerek kendinizi mahvettiğinizi anlamıyor musunuz? Niçin ben, Werther? İlle de ben, Niçin bir başkasına ait olan ben? İlle de ben? Korkarım, korkarım. Bu arzuyu sizin için bu kadar cazip kılan şey, bana sahip olmanızın olanaksızlığıdır."
Kulaklarım meleksi tınıdan dökülen kelimeleri teker teker toparlıyor benim için. Aynı şeyleri düşünüyorum yine. Son 3 aydır bu oyunu izlememin nedenini düşünüyorum. Sahip olmanın olanaksızlığı mı cazip kılıyor Park Jimin'i? Düşünüyorum. Jungkook beni tiyatro salonuna zorla getirdiği ilk gün menajeriyle çok yakın olduğundan bahsediyor. O an ilgimin dışındaki bu bilgiye şu an yılana sarılırmışçasına sarılmam komik geliyor birden. Ama güldüren bir komiklik değil bu, belki dudağımın sağ kenarını biraz yukarı kaldıran ve gözlerime birkaç kırık duyguyla ıslaklık katan bir komiklik bu.
Ben bütün gücümle sahneye odaklanmaya çalışırken saniyeler dakikalara evriliveriyor birden. Daha saniyeler önce açıldığına emin olduğum perde kapanmaya başlıyor. Benim gözlerim ise sadece tek bir kişinin üzerinde. Onun parlayan ve yüzündeki kocaman gülümsemesi yüzünden neredeyse kapanmış olan gözleri ise ne benim ne de başkasının üzerinde. Sanki az önce bir öpücükle Werther'in canını almamış, üstüne benim canımı da alabilecekmiş gibi duruyor sahnede. Buğday teni aynı gözleri gibi ışıl ışıl parlıyor bana bakmamalarına rağmen. Buradan bile küçücük olduğunu anlayabildiğim elleri sağında ve solunda duran meslektaşlarının ellerini tutarken sol ayağı sağ ayağının önünde yan bir şekilde duruyor. Bu sahneye baktığımda onu Siyak Kuğu balesinden çıkmış gibi görüyorum. Bu anı pek çok filme ve müzikale benzetebileceğime eminim ama işte yapabileceğim tek şey oturduğum koltuktan böle onu izlemek oluyor.
Sağımda oturan kadın geçmek için kalktığında geçmesi için ona yer vermeye çalışıyorum sonrasında. Onun arkasından biri daha geçiyor sonra. Sonrasında biri daha. Koskoca salonda neredeyse kimse kalmadığını fark ettiğimde ben de toparlanmaya başlıyorum yavaştan. Önce dışarısının soğuk olduğuna emin olduğum için siyah mantomu geçiriyorum üzerine. Sonra gelirken aldığım su şişesini de elime alıp ayaklanıyorum. Bunları böyle anlattığıma bakmayın, biraz zaman geçmiş olmalı ki salondaki tek kişi benim.
Küçük ve isteksiz adımlarım beni oldukça yavaş bir şekilde tiyatro salonunun büyük kapısına götürüyorken birden ayaklarım durmak zorunda kalıyorlar. Ve eminim ki bu duraklamaya kalbim de dahil olmak üzere vücudumdaki birçok organ da eşlik etmekte. Çünkü daha biraz önce içim gide gide dinlediğim Lotte kulaklarım eğer beni yanıltmıyorsa sahneden bana sesleniyor.
''Min Yoongi, sen bulamayacağı şeyleri arayan bir ahmaksın.''
.
.
.
cıddı olarak yazmaya calıscagım ılk sey.ınsalla basarırım cunku cok sevdım nwys grsrzz duzenlerım burayı zatwn evet bu kdr olay boyl benc guzel
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ending scene | yoonmin
Fanficbir perde daha kapanıyor, bir oyun daha bitiyor ve ben onu bir kere daha kaybediyorum.