1 Haziran, Sabaha Karşı
Ay ışığı huzmeleri çadırdan içeriye sızıyordu. Kekik kokulu çadırda ahşaptan yapılma bir masa, masanın üstünde bir sürü değişik karışım şişesi, yerde kalın, yünlü halılar, bir de gıcırdayan, eski püskü fakat temiz yatak vardı. Ay ışığının sihirliymiş gibi görünmesine sebep olduğu beyaza yakın sarı saçlı çocuğun başında beklediği kişi, öksürdü.
"Gabriel.... Sen misin?" diye mırıldandı yorgun sesiyle. Gözleri artık sahibiyle savaşmaktan acımakta olan Gabriel heyecanla, "Dostum." dedi. "Evet, benim. Şimdi daha iyi misin?" James gözlerini açmaya daha fazla çalışmadı. Konuşmanın geri kalanını gözleri kapalı devam ettirmeye karar verdi. Yutkunarak, "Mektubu gönderdin mi? Elizabeth'e.... Dikkatli olmasını.... Söyledin değil mi? Benden bahsetmeseydin. Telaşlanır, yanlış bir şey yapabilir." Gabriel onun sözünü kesti. "Dostum, lütfen iki cümleden fazla konuşma. Ben şifacıyı çağıracağım." Ardından da ayaklanıp çadırdan dışarı çıktı ve geceye karıştı.
James, odada tek başına kaldığında tepesinde ışıldayan dolunaya bakıp öylece kaldı. Elizabeth.... O da şimdi bu aya bakıyor mudur? Ne düşünüyordur? Mektubu almış mıdır? Olamaz, onu öldürecekler. James'in yüzündeki, Elizabeth'in gülümseyen yüzünü düşünürkenki hafif tebessümü bir kar tanesi gibi eridi.
Lord onu korur muydu? James buna emin değildi. Ya onun ailesi? Şimdiden Elizabeth'in ailesiyle iş birliği yapmışlar, sabahın ilk ışıklarına adamlarını salmışlar mıydı? Bunları düşünmek canını daha çok yakıyordu.
Karnının üzerindeki yaraya bakmak için başını eğdi. Yara o uyurken sarılmış, üzeri kat kat bezlerle kapatılmıştı. Artık baygın düşmeden önceki kadar acımasa da, yine de sızlıyor, James'in kıpırdamasına engel oluyordu.
O adamlar mutlaka Elizabeth'i almaya geleceklerdi. Kızcağız elini çabuk tutsa iyi olurdu. Bir an önce annesini bulmalı ve oradan kaçmalıydı. Gerekirse kendisi ve Gabriel bunu yaparlardı, ne olursa olsun yapmalıydı işte. Gecenin derin sessizliği bozuldu, adım sesleri James'in bulunduğu çadıra doğru yaklaşıyordu.
Gabriel'ın ay ışığı vuran beyaz tenli eli, çadırın girişini açtı. Onun bu nezaketini kabul etmiş gibi görünen ufak tefek, gri saçları iki yandan örülmüş ve örgülere bir sürü çiçek geçirilmiş yaşlıca bir kadın, derin nefesler alarak çadıra girdi. "Merhaba, yavrum." dedi James'e yaklaşarak. James'in korkmuş görünen, acı çeken yüzüne bakarak, "Jays, değil mi?" diye devam etti.
James'in daha yeni yeni kendine gelmeye başlayan zihni kadının söylediği şeyi algılayamamıştı. Gabriel, kadının arkasından, sessizce, sadece dudaklarını oynatarak, "Dilimiz ana dili değil." dedi. Bunu algılamayı başaran James, kadına doğru hafifçe başını aşağı yukarı salladı. Kadın memnun bir şekilde güldü. "Beni Şifacı Dhara diye çağırırlar. Şimdi, bak bakalım yüzüme." James, ikiletmeden kadının koyu gri, yaşına göre çok daha parlak bakan gözlerinin bebeklerine baktı.
Kadın iç çekti. Bir yandan da James'in burun deliklerinin çevresine keskin kokulu, yapış yapış bir şey sürüyordu. "Sen arkadaşın gibi değilsin. O benim yüzüme bakmamıştı, tavanla daha çok ilgilendi." dedi gülümseyerek.
"Güçlü bakıyorsun." dedi, keyifli bir şekilde gülümsemeye devam ederken. Şimdi bir yandan James'in hafifçe titreyen ellerine bakıyor, bir yandan da, "Sık yumruğunu, şimdi bırak.... Güzel, güzel...." diye mırıldanıyordu.
Ayakta kalakalmış, öylece bekleyen Gabriel'a döndü birden, sol kolunu dip dibe duran irili ufaklı cam şişelerden orta boylu, turuncu olana doğru uzatıp, "Şunu bana verir misin? Bir de şuradaki kaşıklardan." dedi ciddiyetle. Gabriel kadının dediğini hemen yaptı ve orta boyutta tahta bir kaşıkla kadının istediği cam şişeyi verdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mudita
Historical FictionXIX. yüzyılın sonlarında, İngiltere'nin birbiriyle sınır üç kasabasından birinde, büyük bir olay yaşanır: bir cinayet. Kasabanın önde gelen ailelerinden birinin en küçük oğlu öldürülmüştür. Halk arasında geçen fısıltılar, bu ölümün intihar olduğuna...