Bölüm 2: Güneş Işığının Bittiği Yer

5 2 0
                                    

24 Mayıs, Sabaha Karşı 

Yüzüne vuran kızıl gün ışığı, tangırdaya tangırdaya giden faytonun içindeki Elizabeth'i uyandırmaya yetmemişti fakat, zonklayan ve git gide daha da moraran kolu, yanında oturan genç adamın ilgisini çekmişe benziyordu. Düşen kaşları endişe duyduğunu belli ediyordu James'in. Önde faytonu süren arkadaşı, Gabriel, bir anlığına gözünü toprak yoldan ayırıp arkadaki arkadaşlarına baktı. 

"James, dostum, istersen Beth'in başını düzelt çünkü boynu ağrıyabilir. Kimsenin hasta olmasını istemeyiz ve elbette Lord Shailwan üç güzel evladına bakacak dadının boynunun tutuk olmasını istemez." James, arkadaşına döndü Elizabeth'in boynuna bir şalı katlayıp destek yaptıktan sonra."Gab, peki ya sen ne yapacaksın, nereye gideceksin?" Gabriel bu soruya karşılık sadece öksürmekle yetindi. Elizabeth yavaş yavaş uyanıyordu. Yaralı elini yüzüne götürdü ve doğrulurken gözlerini kısarak James'e baktı. Boşta kalan sol elini James'in üzerindeki ütülü cekete götürdü ve yakasını düzeltti. 

"Günaydın James." dedi Elizabeth mırıldanarak, büyük bir tekrardan uyuma arzusuyla James'in omzuna baktı. James uzanıp Elizabeth'in yanağına küçük bir öpücük kondurdu. "Günaydın Lilibet." diye fısıldadı James. Gabriel önden, "Queen, kızım bizim burada yerimiz yok." dedi sürdüğü iki attan kısrak olana. Üçü gülüştüler. Queen kişnedi. 

James ve Gabriel, çocukluklarını birlikte, aynı yollarda koşarak geçiren iki yakın arkadaştı. James bir köşkte büyümüştü, Gabriel ise çiftlik çocuğuydu. James köşkte, saygın bir lordun oğlu olarak büyümüş olmasına rağmen haşarı, Gabriel ise tam tersi, saygılıdan da öte bir çocuktu. Küçücük yaşında omzunda o kadar yük vardı ki, doğasında en ufak haytalık olsa tüm o yüklerin altından kalkabilir miydi? James sürekli köşkten kaçıp, birkaç yüz metre kadar uzaktaki çiftliğe gelir, Gabriel'e yardım ederdi ve bunu atları tımar etmekten çok daha eğlenceli bulurdu. Yıllar geçti. Gabriel bir okula gidemedi. James ise evde eğitim gördü. Fakat James o kadar sadık ve herkesin bir kez olsun onun gibi davranması gerektiği türden bir dosttu ki, her gece dadıdan, bahçıvanlardan ve babasından hiç korkmadan gizlice köşkten kaçıp o gün öğrendiği dersleri Gabriel'a aktardı. Yıllar geçti, iki arkadaşın birbirine karşı sadakati hiç eskimedi. Arkadaşlıkları böylece dostluğa dönüşmüştü. 

Gün batıyordu, atlar yorulmuşlardı ve daha çok yol vardı. Gabriel atları bir ağacın altında durdurdu ve faytondan indi. Elini içerideki Elizabeth'e uzattı. "Haydi in, arkadaşım Beth, temiz hava alın." Elizabeth kendisine uzatılan eli geri çevirmedi ve daha bir önceki güne kadar tertemiz olan mavi elbisesini havalandırarak faytondan aşağı zıpladı. James de arkasından indi. Bunun hemen ardından havayı kurşun yardı. Yüksek ve tok sesi üçü de işitmiş, kurşun sesinin geldiği yöne döndüler. Ve dörtnala koşan atların dosdoğru onlara doğru üstündeki binicileri getirdiklerini gördüler. 

14 Ocak, Öğleden Sonra 

"Elizabeth, sana bir mektup var!" diye bağırdı Elizabeth'in kız kardeşi Sindy alt kattan. Elizabeth elindeki kalın kitabı yanına bıraktı, ayaklanırken yerde onu bekleyen yünlü terliklerini giydi ve merdivenlerden aşağı indi. Hızlı adımlarla merdivenleri bir bir inerken, açık pembeli beyazlı elbisesiyle sekiz yaşındaki Sindy koştura koştura ablasının yanına yetişti. "Kimdenmiş?" dedi Elizabeth ağır mektubu eline alırken. "Yazmıyor Elizabeth." diye yanıtladı Sindy. Elizabeth dalıp gitmişti. Kırmızı damgalı mektubu açıp içindeki birden fazla kâğıda ve zarfın köşesindeki, esas ağırlık yapan şeye baktı. Onu gördüğü anda meraklı gözlerle onu izleyen Sindy'ye baktı ve arkasını dönüp giderken, "James'den gelmiş." dedi. 

Elizabeth odasına döndüğünde kapısını arkasından kilitledi. Beyaz elbisesinin cebine anahtarı yerleştirip yatağına geçti. Katlı kâğıtların en üstünde küçük bir kağıt vardı fakat büyük kağıtların aksine, ona büyük harflerle yazı yazılmıştı. 

SAKIN TEK BAŞINA DEĞİLKEN OKUMA. 

Bu yazı Elizabeth'i korkutmaya yetmiş olsa da, babası çok daha korkunç bir seçenekti. Okumaya devam etmek için bir alttaki kâğıdı aldı. Bu kâğıtta ise kâğıdın yarısını kaplayan bir fotoğraf vardı. Aslında daha çok, kâğıdın üzerine fotoğraf yapıştırılmıştı, kâğıdı fotoğrafı örtecek şekilde katlayarak fotoğrafı korumak istemiş gibiydi bunu yapan. 

Siyah - beyaz fotoğrafta, güzel bir kadının yüzü vardı. Kadın içtenlikle kameraya gülümsüyordu. Düzgün dişleri bembeyaz çıkmış, fotoğrafı aydınlatıyordu. Elinde tuttuğu gül, başparmağını kanatmıştı fakat o acıyı umursamadan gülümsemeye devam etmişti. Dalgalı saçları omuzlarına dökülen kadının üzerindeki elbise, pek bir eski püskü görünmesine rağmen, kadının üzerinde kraliçelere layık bir elbiseymiş tavrı takınmıştı. Kadın bir fotoğraf stüdyosunda olmalıydı. O zaman şehirde olmalıydı bu fotoğraf çekildiğinde. Kameranın arkasındaki kişiye gülümsüyordu, kameraya doğru baksa da kameranın arkasında veya bilincinin arkasındaki birine gülümsediği bariz belliydi. Oturduğu yer bir iskemle olmalıydı, elbisesi bu yerin üstünü kapatıyordu çünkü. Elizabeth, fotoğraftaki kadına uzun uzun baktı. Bu kadın, Elizabeth'in annesiydi. 

Diğer sayfalarda ise şöyle şeyler devam ediyordu; birinde bir adres, diğerinde başlığı "Lordların Lordu Matthel Shailwan" olan bir biyografi, üçüncü kâğıtta ise bu lordun ağzından yazılmış bir davet mektubu. Mektupta üç küçük çocuğuna bir dadı aradıklarını ve Elizabeth Cuthsander'dan daha iyi bir dadı bulamayacaklarını yazıyordu. Kafa karıştırıcı olan ilk şey, Elizabeth'in hiç dadılık yapmadığıydı ve ikinci kafa karıştırıcı şey ise Lord Shailwan'ın, aile yemeklerinde ismi geçecek kadar ünlü biri olduğuydu. Yani bu bir kurgu olamazdı. Çünkü bizzat Shailwan'ın imzası atılmıştı ve Elizabeth bu imzayı tanıyordu. Peki ya annesinin fotoğrafı, bunun ne gibi bir ilgisi olabilirdi ki?

Elizabeth düşündü, öylece üzerinde oturduğu yatağının karşısındaki duvara baktı. Anne dediği kadının aslında onun gerçek annesi olmadığını biliyordu, babası gerçek annesinin sözde ölümünden sonra yeniden âşık olup Elizabeth'in üvey annesiyle evlenmişti. Sözde diyordu çünkü Elizabeth annesinin zehir katılmış bir içkiyle öldürüldüğüne asla inanmazdı. Bayan Kathlinn annesinin hizmetçisi olduğu kadar yakın arkadaşıydı, bunu asla yapmazdı. Bu olaydan hemen sonra babası sevimli ve nazik Bayan Kathlinn'i kasabadan sürmüştü. 

Başta Elizabeth üvey annesini sevmiyordu fakat Sindy doğunca, kanı sonunda ısınmıştı. Lord Shailwan'dan ne kadar bahsedildiyse, eşinden ve çocuklarından hiç bahsedilmezdi diğerlerininkinden edildiği halde. Belki de.... 

Elizabeth oraya gitmeye karar verdi. Buradan kurtulacaktı, bu belki de Sindy'den sonsuza dek ayrılmak demek olacaktı fakat buna değerdi. Annesini bulacaksa, eğer ki annesi oradaysa elbet geri dönerdi zaten. Sevgilisi James'i ikna edecekti, o Elizabeth'i diğer kasabaya götürürdü. James... Onu da son defa görmek demek olurdu bu. Değerdi. Kalbi Sindy ve James için ne kadar acısa da, değmeliydi. 

Zarfı bir kenara bıraktı ve kâğıtları tekrar tekrar okudu. Annesinin fotoğrafının her ayrıntısını inceledi. Zarfın köşesindeki şeyi ise tamamen unutmuştu.

MuditaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin