başın sonu, sonun başı

103 12 76
                                    


"ah! ha sikti- ahh!"

gecenin üçünde, tanrının unuttuğu bir depoda yükselen bu sesin ardı arkası kesilmiyordu. sesin ve kanlı öksürüklerin sahibi, yani ben, bir süre daha dişini sıkmak zorundaymış gibi duruyordu. en azından birkaç sağlam dişi kalana kadar.

"sikeyim dedim! koduğumun-"

yediği bu dayakları, hayatının rutini haline getirmiş olan bu adamı tanıtmalıydım size. ben mark lee ve şu an şahit olduğunuz üzere temizce darp edilmekteyim. imkânınız varsa polisi arasanız fena da olmaz aslında.

"seni piç kurusu. babanı kendi canından daha çok sevmen normal mi sence, aptal herif."

duyduğum sesle kafamı kaldırmaya çalıştım fakat saniyeler sonrasında bunun verdiğim en kötü kararlar listesine eklendiğini fark ettim. bitkinlikten gözümü dahi açamazken bir yandan karnımı tekmeleyip diğer yandan tükürürcesine benden bilmediğim bir şeyi isteyen bir adamı dinliyordum. ne kombinasyon ama!

patlayan dudaklarım ve kaşlarım, morarmış elmacık kemiklerimin isyanına ortak olurken karın boşluğumdaki sızıya katlanmaya çalışıyordum. vücudumdaki her bir zerre özenle çürütülmüş gibi hissederken şakağıma inen sert darbeyle bayılmadığıma şaşırmıştım. "konuşsana orospu çocuğu!" ve bu güzel cümleye eşlik eden bir tekme daha. işte size son dokunuşu oldukça kibar bir tekme ile yapılmış muntazam bir tablo.

derken, dördüncü kez pes eden adamın uzaklaşan adım seslerini işittim. biraz kafa dinlemiş olurum diye düşünürken mekâna yabancı sesler dahil olmuştu.

"indirin şunu da öbürünün yanına!" denmesiyle yanımda hareketlenen birinin varlığını hissetmiştim. duruma bakılırsa yeni bir dayak arkadaşım vardı. kimse durduk yere can acısından çığlık atmazdı, öyle değil mi? ve ah, yine şu sikik herif konuşmaya başladı. insan ütülemenin yanında kafa ütülemeye de bayılıyorlardı anlaşılan.

"birinizden birisi ya konuştu ya konuştu. aksi takdirde iki puştu birden öldürmek bana koymaz," dedi uzun boylu olan. ordu gibi görünen yaklaşık yirmi tane yapılı adamın önünde duruyor, geldiğimden beri kendini tekrarlayan tehditlerini savuruyordu. diğerlerine kıyasla farklı olan giyimi ve fiziğiyle burada bulunan ekibin başı olduğunu açık ara belli ediyordu. açıkçası fena gözükmüyordu fakat tipim değildi.

"duyabildiğinizi biliyorum, kulaklarınıza darbe almadınız," sözüne kilise çanı gibi çınlayan kulağım; benim duyabileceğim kadar gürültülü, onların duyamayacağı kadar sessizce karşılık vermişti. çınlamayan ise yanımdakinin kesik ve hızlı soluklarını işitiyor, ona doğru dönmem için beynime baskı uyguluyordu.

baskıya gelemeyen beynim, hasarlı boynuma rağmen başımı yana döndürmemi sağladı. acaba... sağlamasa mıydı?

az önce, bu deponun tanrı tarafından unutulduğunu öne sürdüğüme pişman olmuştum. sebebi ise yanımdaki adamın bu tezimi çürütmeye tam manasıyla kararlı durmasıydı. hadi ama, tanrı burada dayak yemiş bir vaziyette ne arıyor olabilirdi ki?

kanayan kalın dudaklar görüş açıma giren ilk şaheserdi. oldukça fazla darbe almış olan şekilli burnu, yara izlerine rağmen güzel gözükmeyi nasıl başarabiliyordu? bakışlarım gözlerine çıktığında gördüklerim bakışlarımı sersemletmişti. yusyuvarlak çekiklikler, köşelerinde ufak kırışıklıkları barındırıyordu ve hiç kimsede olamayacak kadar hoş duruyordu. kusursuz yüz hatlarıyla beraber her bir parçası birbirini tamamlıyor ve bu parçalar, dayanışma içinde harikulade bir sanat eseri yaratıyordu.

fazla dikkatli süzmüş olacağım ki üzerinde dolanan ve asla sabit bir yuva bulamayan bakışlarım, kendine geçici bir durak bulmuştu.

ani bir hareketle bana yönelen iri gözler ile gözlerim kesişmiş, durumun getirdiği tuhaf hissiyatla beraber ikimiz de irkilmiştik. zincirleme olarak irkilmenin ardından silkinip ortamın farkına varabilmiştik. ve bu farkındalık nasıl olduysa kıkırdamalara dönüştü, katlanarak büyüyüp gülüşlere ve hemen ardından ufak kahkahalara.

kanla karışık gülüşler, lumarkHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin