bazı okyanuslar kıyıya ulaşmaz.

159 10 70
                                    


ve sen ulaşılmayacak tek kıyıydın.*

duygusal şiirler yazıp duran dramatiklerden biri olmasaydım belki de kafamdaki kara kediler dans etmeyi bırakıp fikir birliğinde buluşabilirdi. destansı şiirler, zamanla kafamın içinde yitip gittiğinde ilk kabusumu gördüm. korkuyordum. korkuyordum çünkü unuttuğumun farkındaydım. yenilenmeye her zaman açık olmadığımı ilk kez o zaman fark etmiştim. insanoğlu sevince, sevilince, üzülünce, yaranlanınca ve yaralayınca en saydam haline dönüveriyordu. unutmayı lütuf sayanların aksine her ne kadar tarihten hoşlanmıyor olsam da bu konuda romalılara katılıyordum; insanın unutuluşu, ölümünden de büyük acı veriyordu.

bu yüzden çok korkmuştum işte, kafamın içindeki kaybedince kafamı da yitireceğimi düşünüyordum sanırsam. fakat bir gün yakın bir dostum ki –ismi ben de saklı kalsın çünkü söylediğimin unutuluşuna katlanamam–  bana şiirlerimi bir defterde barındırmam gerektiğini söyledi.

sonra ona uzattığım bir yaprak şiiri okudu ve göz bebeklerinin irileştiğini gördüm. sonrasındaysa bu fikirden vazgeçti hemen. sebebini anlayamadım, düşündüğüm yegane her şeyle ilgili bir konu bulabilir, elime verilen her malzemeyi trajediye dönüştürebilirdim.

dün gece tekrar okudum yazdığım şiirleri umuyorum ki, hala aynı durumda değilimdir. yarım saat sonrasındaysa hepsi şöminenin önünde sırasını bekliyordu. o zaman anladım ne kadar hızlıca kaçtığını, ortaokuldaki bir çocuk için fazlaca ölümden bahsetmiştim. tek bir olumlu cümleye rastlayamadığımda beni asıl korkutan bu da değil, hala bazı konularda aynı fikirde olduğumu fark etmek oldu.

ve dün gece o kadar acınası şekilde yardım dilendim ki tanrıdan, yüzüme gülse olmaz mıydı, çok mu çirkindim ayçiçekleri taşımak için saçlarımda? öyle söylemişti. saçına çiçek bile yakışmıyor. bunun arkadaşımın şiirimden korkmasının önüne geçemeyeceğini düşünürken karnıma bir tekme yemiştim. kelebekler uçurtmayacak, o kelebekleri boğacak türden bir sancıydı.

sabah aldığım haplarla ayakta duruyorum şimdi, günde iki kere sabah akşam. üçer tane. dün gece daha ne olduğunu hatırlamıyorum. sadece hastanede uyandım. ve karbonmonoksit zehirlenmesi yaşadığımı, yan evdeki yaşlı kadının koku duyuları bu kadar gelişmiş olmasa nefes alamayacağımı söylediler. o an için, yalnızca o an, yaşamımla bir koku duyusunun bağdaştırılması çok komik gelmişti. hani pimi bağlıydı eline. hani koca bir bomba bırakıp gitmişti göğsüme.

çok uğraştım, belki de tüm o şiirler yalnızca kendime hak ettiğim şekilde davranmak içindi. çünkü biliyordum, anneden kıza kalp sancısı geçer. hak ettiğim buydu. fakat istediğim şey babam gibi bir adam değildi. bu yüzden belki de annem gibi olmaya çalışmış, yaralayıcı adamlarla ilgili şiirler yazıp durmuştum.

sadece şiirlerde değillermiş, anne.

bu sabahki, teknik olarak şuan gece yarısını geçti bu yüzden sonraki demek daha uygun olabilir, zehirlenmeden sonra bile ciğerlerime çok şaşırıyorum. nasıl hala kokusunu çekebiliyorlar içine? bir insanın tüm vücudu da mı inkâr ediyor kendine?

öldür, öldür, öldür. bu aşkı. kara kedi.

bir makine parçasına dikiş atamazsın. bir makine parçası bozulmuş olur çoktan, insan gibi hissedemez. kendimden makine olarak bahsetmek 'ruh ve sinir bilimi miydi, hastalıkları mıydı neyse ne' adlı hastane başkanıyla görüştüğümde belki de söylemem gereken bir şeydi. bana sorduğu sorular da pek tuhaftı aslında. her sabah kaç ilaç aldığımı sordu bana. önce bir, sonra beş dedim. üç olduğunu öğrenince bir hemşireye ateşime bakması gerektiğini söylemişti.

ben deli değilim doktor. bunu bütün hastalarınız söylüyorsa ve sizi ikna etmemin yolu, yaptıklarının tersini yapmak olacaksa, ben deliyim doktor.

bu aşkı öldür, kara kedi.Where stories live. Discover now