Rosa Fransa'da Cannes ilinde doğmuş, on yaşına gelene dek orada yaşamıştı. Fakat ailesinin geçim sıkıntısı gün geçtikçe artmış, aile içi yaşanan kavgalar da Rosa'nın erken yaşta olgunlaşmasına sebep olmuştu. Hayatın toz pembe bulutlarının artık onun etrafında dönmediğini, ancak gri ve yağmurlu bulutların arasından her zaman ışıklarını savurabilecek, aydınlatabilecek, onu ısıtabilecek bir güneş çıkabileceği umudunu kaybetmiyordu. (İngiltere'nin o esrarengiz bulaşık suyu gibi havası bu duruma bir örnek olarak gösterilebilir.) Henüz on yaşında olmasına rağmen anne ve babası kavga ederken odasındaki küçük elbise dolabına saklanır, oyuncak ayısı olan Pandora'ya sarılır, evdeki savaşın bitmesini beklerdi. Ev yıkılıp döküldükten sonra ortada kalan enkaz kalıntılarından annesinin gözyaşlarını toplar, o minicik yüreğiyle koşup annesine sarılır ve onu mutlu etmeyi başarırdı. Boyundan büyük yüreği vardı. Tek istediği kendi yaş çevresindeki çocuklar gibi gülüp eğlenebilmek, güneşin sıcaklığını teninde hissedebilmek, annesiyle babasını tekrar mutlu görüp, elindeki dondurmayı iştahlı bir şekilde yiyebilmekti...
Cannes'tan ayrılmak zorunda kalacaktı. Annesi ve babası daha fazla yıkabilecek bir şeyler bulamadıkları için ayrılma kararı almışlardı. Bu yaşta sanki dünyadaki bütün olumsuzluklar onu buluyor, mutluluğu engelleniyordu. Babasını ve annesini on beş gün sonra artık dilediği gibi; el ele görme şansı kalmayacaktı.
Dava gününe kadar ufacık umutlarıyla tekrar eskisi gibi olabileceklerini, her şeyin düzelebileceğini düşünüyordu. Fakat hayallerinin önünü kapatan mantıksal bulutlar vardı. Onun çocukluğunu, çocuk duygularıyla yaşamasına engel olan o kara bulutlar...
Dava günü geldiğinde umutlarına zorbalıkla yaklaşan düşünceleri bir kenara atıp, mantık çerçevesinin önüne siyah bir perde çekmişti. Umut doluydu. Elinde Pandora'sıyla mahkeme koridorlarında mutlu bir şekilde seke seke koşuyordu. Dava başladığında, mahkeme salonuna girdiğinde, mahkemenin o gergin ve iç karartıcı duvarları bile onun mutlulukla örülmüş bariyerini geçemiyordu. Kendinden emin ve sonucu en başından beri biliyormuş gibi yargıcın yıllanmış yüzüne bakıyordu. Ama açıklanan karar onun emin bakışlarına ve ufacık yüreğine aykırıydı. Önce babasına döndü baktı; yüzü asık ve şaşkın bir ifadeyle yerdeki mozaik yapılı mermer desenlerini inceliyordu. Daha sonra annesine baktı; büyük bir sevginin bitmiş olması adına gözünden akan son damlayıda yere düşmeden seri bir şekilde işaret parmağının ikinci boğum kısmıyla silmesine, çatık kaşlarını düzeltişine, derin bir nefes alışına tanık oldu. Artık ikisinin de eski bir dosttan farklarının kalmadığını mahkeme çıkışında tokalaştıkları zaman anladı.
Velayetini annesi aldı. Annesi artık Fransa'da yaşayamayacaklarını, İngiltere'ye teyzesi Monica'nın yanına yerleşeceklerini söylediğinde babasını bir daha göremeyeceği aklının ucundan bile geçmiyordu. O andan itibaren babasını özlemeye başlamıştı. Taksiye binip eve doğru hareketlendikleri andan itibaren Cannes'in bütün sokaklarını tek tek görsel hafızasına işlerken, hafif sisli biraz da ıslak toprak kokan havasını ciğerlerine dolduruyordu. Özleyeceğini düşünmüyordu, çünkü güzel bir anısı olamadan buradaki macerası sonra ermişti. Sadece anı olarak kalbinin, beyninin bir köşesinde kalmasını istiyordu. Annesi eve geçip alınması gereken eşyaları bir an önce bavullara yüklemeye başladığında o, babasının aklında "Mutlu bir aileyiz bunu aklından çıkarma bak buda kanıtı!" dedirtecek cinsten yetişkinler için ufak fakat kendi için 'sonsuz dondurma' özelliği taşıyan bir resim yapmak istedi. Hemen basamakları, o minik kutu gibi ayaklarıyla ikişer ikişer çıktıktan sonra odasındaki gece lambasının yanında duran pastel boyalarına hücum etti. Eline geçen ilk kağıda eline aldığı ilk pastel kalemiyle rengine bakmadan, özen göstermeden önce babasını, sonra kendini, sonra annesini çizdi. Üstte kalan boşluğa bulutların arasından çıkan bir güneş çizdi. Annesi aceleci bir ses tonuyla: "Rosa hemen aşağıya gel gitmemiz gerek. Uçağımızı kaçıracağız!" dedi. Annesinin söylediklerini işittikten sonra odasına son bir kez santimetre karesine düşen anılarını canlandırarak baktı ve elindeki Pandora'nın buraya ait olduğunu ve onu çok özleyeceğini içinden geçirerek ona kocaman sarıldı. Onu yatağının tam ortasına, yastıklarıyla destek yaparak oturttu. Çizdiği resmi de kucağına koyup, annesinin yanına indi. Veda etme vaktiydi. Oradan ayrılırken attığı adımları her zamankinden daha ağır ve daha ufaktı. Bu durum elbette sadece kendisi için geçerli değildi...
Taksi geldi ve şoför bavulları bagaja yüklemede annesine yardım etti. Arabaya binip hareket ettiklerinde geriye dönüp bir kez olsun evine, sokağına bakmadı. Çünkü babasına Pandora'yı bırakmıştı. O yokken babasına Pandora sahip çıkacaktı. Havaalanına vardıklarında; İngiltere'ye, Brighton'a giden uçağın kalkmasına 'son on beş dakika' anonsu yapıldığında son işlemleri de bitirmek için hızlandılar. Rosa'nın dikkatini sol çaprazında duran klasik fötr şapkalı, kahverengi deri montlu bir adam çekmişti. Evet bu 'O'ydu. Babası. Yerin kaygan olmasına aldırış etmeden, ayakları yerden kesilircesine; çömelik vaziyette duran, uzun kollarını açan babasına doğru, kucak dolusu gülücükleriyle koştu. Öyle içten ve sert sarıldı ki babasını az kalsın yere kapaklayacaktı. O minik kollarını babasının boynunda kavuşturdu. Her yanında olamayacağı gün için babasının yanaklarını defalarca öptü. Babasının kulağına fısıldayarak: "Pandora'yı evde bıraktım babacım, ben yokken o sana iyi bakacak." diyerek babasına tekrardan yaşama sevinci kazandırdı. Babası Rosa'yı alnından derin bir iç çekerek öptü ve avucuna koyduğu küçük bir hediye ile birlikte: "Bunu İngiltere'ye inince açacağına ve hiçbir zaman yanından ayırmayacağına dair söz vermeni istiyorum." dedi. Rosa'dan cevap gecikmedi: "Pandora'ma iyi bak babacığım, bunu asla kaybetmeyeceğim." Aralarındaki bu ufak anlaşmadan sonra babası, Rosa'nın elma kırmızısı yanaklarını birer kez daha öpüp annesinin yanına geri yolladı. Arkasında soru işareti bırakmadan uçağa binen Rosa, bir an önce İngiltere'ye varıp babasının verdiği hediyeyi açmak istiyordu. Hediye kutusunu açtığında, babasının onu ne kadar çok sevdiğini ve Pandora'yı ona bırakmakla ne kadar iyi bir karar vermiş olduğunu anladı. Bu hediye bir kolyeydi. Zincirinin ucunda ince bir ustalıkla işlenmiş, tek gözü elmas olan gümüşten bir ayıcık vardı. (Tek gözünün elmas olmasının sebebi: Rosa sekiz yaşındayken Pandora'nın tek gözünün kaybolması ve Rosa'nın göz yaşlarına daha fazla dayanamayan annesinin çıkan gözün yerine parlak bir düğme dikmiş olmasıydı.) Bu hediye Rosa'nın İngiltere'deki Pandora'sı olmuştu. Ve artık o ayıcıkla yeni bir hayata, yeni bir serüvene, yeni arkadaşlıklara ve yeni okuluna bomba gibi canlı, hareketli ve gümbür gümbür başlayabilecekti..!