Bir yandan dersler, bir yandan tiyatro ve "takım kaptanlığı" adı altında çalıştırmam gereken bir basketbol takımı... Çok yoruldum, bunaldım. Fakat bunların altından kalkmayı başarabilmeliydim. Belki bir tanesinden vazgeçebilirdim. "Hayır, bu korkakça bir davranış olurdu!" Ayrıca derslerimden ve tiyatrodan vazgeçemezdim. Biri annem, biri Rosa'ydı. Ay ve güneş gibi. Biri sabahın olmazsa olmazı diğeri gecenin. Basketbol ise 9 yaşımdan beri odama kadar her yeri ele geçirmiş bir spordu. Spordan ziyade bir tutku, rutin haline gelmiş bir oyun halini almıştı, bedenimde ve zihnimde. Ama bir şeyler yapmalıydım, en azından yükümü hafifletebilecek bir şey. Çünkü hiçbirinden vazgeçemezdim. O an aklıma gelen parlak fikir içimi o kadar rahatlatmıştı ki, yürüdüğüm yerin zeminini hissetmiyordum. "Tabi ya, bu fikir neden daha önce aklıma gelmedi ki?" Yardımcı seçmeye karar verdim. Fakat bu da riskliydi. Çünkü seçtiğim insan, her an arkamı kollayabilecek, ben yokken idare edebilecek biri olmalıydı. Zor bir durumdu. Güvenebileceğim insan sayılıydı. Takımdan arkadaşım Luis ile iyi anlaşırdım. Belki o bu işi halledebilirdi fakat biraz çapkın, biraz da asabi bir çocuktu. Kararsız kaldım. En iyisi Koç Arthur'a danışmalıydım. Koç Arthur'un odasına doğru hareketlendiğimde telefonuma mesaj geldi. Bakamazdım. Ama mesajı Rosa'nın gönderdiğine emindim. Çünkü akşam için ona yemek sözüm vardı. Ve bir saat içinde yanında olmalıydım. (Kahretsin! Unutulacak şey mi bu!?) Adımlarımı hızlandırdım ve Koç Arthur'un odasına vardım. Kapıyı tıklatıp içeri girdim. Alaylayıcı ses tonuyla Koç Arthur;
- "Oo vay vayy, kimleri görüyorum! Brandon? Bu sen olamazsın. Hangi rüzgar attı seni buraya?"
- "Koç, biliyorum pek vaktim olmuyor yanınıza uğramak için. Bu durumu en kısa süre içerisinde telafi edeceğim."
Ensemden tuttuğu gibi kendine çekti ve içten bir ses tonuyla;
- "Elbette telafi edersin, sonuçta sen benim kaptanımsın. Takımımı sırtlayan sağ kolumsun. Öyle değil mi evlat? Ha ha!"
Sanki düşüncelerimi okuyordu. Daha önceden öğrenmişte çaktırmıyormuş gibi. Söyleme zamanıydı. Çekinerek bile olsa;
- "Koç aslında buraya size fikir danışmaya, görüşlerinizi almaya geldim. Ben takımı tek başıma idare etmekte güçlük çekiyorum, yardım edebilecek biri gerekli bana. En uygun kararı siz verirsiniz diye size gelmeden hareket etmek istemedim."
Önce yüzü düştü, ortam gerildi. Paniklemeye başladım. Ensemden akan ılık su damlacıklarının belime kadar indiğini hissedebiliyordum. Daha sonra yüzü yumuşadı ve:
- "Haklısın evlat. Senin okulda ne kadar aktif bir çocuk olduğunu işittim. Yükünü biraz hafifletebiliriz. Bu arada, biraz önce ortamı gerdiğimi hissettim. Bilerek yaptım. Sence de komik değil miydi? Ha ha!"
Komik olduğunu zannediyordu bizim Koç. (Tebrikler! Gergin bir ortam yaratıp komik olduğunu zannettin. Fakat bilmiyorsun ki sen o şakayı yaparken benim bazı organlarımın görev alanı değışti!)
Bu problemide içimi rahatlacak bir şekilde hallettiğime göre artık bütün vaktimi Rosa'ma ayırabilirdim. Buluşacağımız yere giderken koşmam gerektiğini biliyordum. (Severim de koşmayı.) O an okulun bahçesi, etrafındaki sokaklar ve parklar benim için birer parkur niteliği taşıyordu. Koşmaya başladım. Yanımdan geçen insanlara vücut çalımları atıp, adımlarımı daha da hızlandırıyordum. Yetişeceğimin farkına vardım fakat koşmaya başlayınca kendimi durduramıyordum. (Değişik bir yapı meselesi.) Yanına vardığımda sırılsıklamdım. Havanın soğuk olması ve rüzgarın şiddetini arttırması da cabası. Hastalığa davetiye çıkarmıştım adeta. Çünkü ne zaman terlesem ve ardından üşüdüğümü hissetsem hasta oluyordum. Olsun razıydım, onunlaydım sonuçta.
Sarılmak istiyordum fakat terliydim. Alnımdan akan terin tenine değmesine göz yumamazdım. O yumuşak ses tonuyla: "Hoşgeldin." dedi. "Hoş olan seni görmüş olmam." dedim. Fakat soluklanmamın derinleşmiş olmasından anlamış olsa gerek: "Neden nefes nefesesin, koştun mu yoksa?" dediğinde bir an annemden azar yiyormuş hissine kapıldım. Kısacası tatlı bir azardı bu. Cevap veremedim. Şaşkın ve sevimli bir surat ifadesi yaratmaya çalıştım. (Neye benzediğimi ben bile kestiremiyordum.) Elini yanağıma koydu. Avucunun içi sıcacıktı. Sanki damarlarından geçen kan akışını hissedebiliyordum. Kalp atışlarımdaki ritim değişti, bozuldu. Gözgöze geldik ve birden boylarımızın aynı seviyeye ulaştığını farkettim. Parmak uçlarında duruyordu ve saniyelik bir hareket ile yanağımdan öptü. Önce mutlu oldum daha sonra ismimi unuttum. (Alışkın değildim böyle şeylere.) Yanaklarım alev almaya başladı. Yürümeye devam ettik. Kendi kendime 5 dakika boyunca aynı soruyu sordum. Bu soru benim için matematik veya fizik sorusu çözmekten çok daha zordu. (Elini tutmalı mıyım yoksa tutarsam çok mu abartmış olurum?) Hani cesaret maskem artık yüzümdeydi? Hani çelişkide kalmadan net bir kararım olucaktı her zaman? Yine tıkandım. Elindeki dondurması dalgınlığı yüzünden eriyen çocuğun çaresizliği vardı üzerimde. Yürümeye devam ederken bir anda bana doğru dönüp: "Hadi boşverelim yemeği, sinemaya gidelim." dedi. Onun dediğini yapmayacaktımda ne yapacaktım? "Tabi, olur. Aklından geçen bir film var mı?" dedim. İçimden türlü türlü dileklerde bulunuyordum, korku filmi olmasın diye. Hiç beklenmedik reflekslerim var çünkü. (Ağzımdan çıkan kelimelere hakim olamadığım anları da unutmamak gerek.) Rezil olmak istemiyordum. Neyseki "Nephy" adlı filme gitmek istediğini söyledi. Bu filmin bilim kurgu olmasının yanı sıra, romantik duyguların ön plana çıktığı sahneleride vardı.
Gişede bilet sırası beklerken elimi tuttu. Soğukkanlı bir tavırla tebessüm etti. Gözlerimin çaplarının büyüdüğünü, tuttuğu elimin parmak uçlarına kadar karıncalanmalar, uyuşmalar olduğunu hissettim. Ve benim afallamış, şaşırmış halimi gördükçe gülüyordu. Hoşuna gidiyordu. Belkide sevimli ve şaşkın bir yapımın olması beni ona bu kadar yakın hissettiriyordu. Bu duruma derin bir düşunceyle yaklaşmak istemiyordum. Çünkü henüz düşunce fonksiyonlarımdan birkaç tanesine veda etmeye hazır değildim.
Gişede sıra bize geldi. Filmi izleyeceğimiz salon kalabalık değildi. En azından önümüze yansıtılan ekrandan bunu anlayabiliyordum. (Bu iyi bir gelişme. Çünkü elimi tutmuş olmasının verdiği heyecanın geçtiğini ve mantıksal düşünce dünyama tekrar kavuşmuş olduğumu gösterir.) Biletimizi orta sıralardan aldık. Filmin başlamasına on dakika vardı. Ve ben daha önce sohbetimin hiç aksamadan konuştuğum bir insan hatırlamıyordum. Rosa dışında. Annemle bile sınırlı bir sohbet seviyemiz vardı. Fakat Rosa'yı her gün daha yakından tanımaya başladıkça hem çözülmesi zor bir insan olduğunu hem de konuşulabilecek konuların arttığını anladım.
İkimizin de yüzü gülüyordu. Filme girmek üzereyken telefonu çaldı. Telefonunu açtıktan birkaç saniye sonra o gülen yüz şekli yerini somurtkan ve şişman çocukların anlamsız bakışları ile dolu olan yüz şekline bıraktı. Telefonu kapatır kapatmaz tek bir söz bile söylemeden koşmaya başladı. Nereye gittiğini bilmiyordum. Panikledim. Arkasından koştum fakat peri tozu gibiydi sanki; birisi üfledi ve ortadan kayboldu. Çaresiz kaldım. Elim kolum bağlı, ondan haber bekliyordum. Telefonumun bataryası bitene kadar çağrı attım, açmadı. Kennedy Sokağı'nın başına doğru ilerledim, göz ucuyla evine baktım. Hiçbir ışık yanmıyordu. Terkedilmişlik havası vardı evinde. Kalbimde hissettiğim sızı, onun mutsuz olduğunu sembolize ediyordu. Onu öylece dışarıda bırakıp eve girmeye, sıcak yorganımın altına girip uyumaya ne kalbim ne de beynim dayabilirdi. Sokak sokak gezip, sabaha kadar aramak istedim. Yerimde duramıyordum. Ama elimden bir şey gelmiyor, buda öfkemin ve üzüntümün artmasına sebep oluyordu. Kısacası onu tekrar görene kadar gündüzler bana zalim, geceler isyanım olacaktı. Uyumayacağım, seni düşüneceğim, bekleyeceğim...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Juventas
Novela JuvenilUfak çaplı yıpranmışlıklar ve geriye dönüşü olmayan gerçekler