tuvallerin gizlendiği ağaçev

136 17 64
                                    

"yine yağmur geliyor,
bir facia gibi yağar üstüme.
yeni bir his gibi parçalarken beni,
açık havada nefes almak istiyorum."

Yağmurun sert damlaları pencereye huzur bozmak istercesine vururken o yine pencerenin tam önüne oturmuş, gaz lambasının yaydığı loş ışıkla çizim yapıyordu. Saat henüz geç olmasa da gökyüzü, yoğun yağmurdan ötürü griye bürünmüştü.

Yağmuru severdi, sesini severdi, gök gürültülerini bile severdi, aradığı huzuru bulduğu şeylerden biriydi. Her gün yağmur yağsa bir kez olsun tanrıya "Tanrım, lütfen artık güneşi göster!" diye isyan etmezdi. Her ne kadar ailesi yağmur yağarken ağaçeve gitme, tehlikeli dese de, kendisi ağaçeve her seferinde inatla giderdi ve ailesi evde olmadığını fark etmezdi bile. Sessiz bir çocuk olduğundan fark edilmediği bahanesini sık sık duyardı Hyunjin.

Ağaçev onun eviydi. Annesi ve babasıyla yaşadığı, herkesin kendi odasına çekildiği, hatta çoğunlukla annesi ve babası olmadan yapayalnız bir şekilde yatağında uzandığı o çatı, onun için ev demek değildi. Ev kelimesinin anlamı bu olamazdı. Küçüklüğünden beri boyalarını kaparak kaçıp geldiği, zamanla birkaç yastık ve oyuncak da getirmeye başladığı, tek penceresinin önüne renkli küçük vazolarda çiçekler ektiği, zaman zaman tüm gününü geçirdiği bu ağaçev onun eviydi. Ev gibi hissettiren yer burasıydı, herhangi bir yolda yürürken ayaklarının getirdiği yer burasıydı. Sessiz, sadece Hyunjin'in açtığı müziklerle canlanan, huzurun kokusunun alınabildiği bir yerdi. Sözde ev gibi sahte sevgi yoktu burada. Sahte değer, sahte sözcükler, sahte sarılmalar, sahte yalanlar, sahte doğrular, sahte bakışlar, sahte kokular. Hiçbiri yoktu. Sadece Hyunjin, onun resimleri ve çiçekleri vardı.

Kulağındaki kulakiçi kulaklığın tekini çıkarıp yağmurun sesinin zihnine daha rahat şekilde hükmetmesine izin verdi. Bir süreliğine elindeki fırçayla karşısındaki yarım kalmış tuvale vurmayı da bıraktı, öylece yağmuru izlemeye başladı. Uzanıp pencereyi yukardan azıcık açtı ve o taptığı toprak kokusunu ciğerlerine çekerken gözlerini kapadı. Geri açtığında yağmurun güzelliğine sonsuzuncu kez hayran kalmıştı.

İçinden gelen dürtüyle dışarı çıkıp koşmak istedi. Neden olmasındı? Daha önce hiç yapmamıştı bunu ama şu an yapmak istiyordu, zaten eve geldiğinde kimse ona neden sırılsıklam olduğunu sormazdı.

Aldığı ani kararla ayağa kalkarken gaz lambasını kapattı, köşede bıraktığı en sevdiği ceketine bir göz attı fakat almaktan vazgeçti. Islandığında onu ısıtmazdı, sadece ağırlık yapardı. Bu düşünce ona kendini hatırlattı. Yanakları ıslandığında, insanlara sadece ağırlık yaptığını hatırladı. Tek fark şuydu ki, kimse kimsenin favori ceketi değildi. Islanacağını ve üzerinde ağırlık yapacağını bile bile kimse yağmurun altında ceket giyip koşmazdı.

İç çekerek kulaklığıyla telefonunu da az önce oturduğu mindere bıraktıktan sonra eskimiş ayakkabılarını giydi, çok oyalanmadan kendini ağaçevin merdivenlerinden aşağı bıraktı. Zihnini düşüncelerine gömdüğünde kulakları ona kızardı, onun kelimeleri konusmaya başladığında susmak bilmezdi.

Bastığı toprak çamur olmuştu, haliyle eskimiş ayakkabısı da pislenmişti. Kimin umrundaydı? Birkaç adım daha attı her bir adımı ıslanmış toprağa batarken.

Koşmaya başladı. Özgür hissetmeye ihtiyacı vardı. Bir yol arıyordu, asla bitmeyecek bir arayıştı bu.

Gözlerini kapatıp koştu biraz. Ellerini iki yana açtı bazen, bazense ellerini ceplerine sokup etrafında döndü, bazen zıplayarak koştu, biraz da yürüdü. Tüm bunları yaparken yüzünde o resimleri ve çiçekleri hariç kimsenin görmediği sıcak gülümsemesi vardı. Bu gülümsemeyi kimseye göstermiyor değil, gösteremiyordu. Onu böylesine içten mutlu eden bir insan yoktu, haliyle kendine saklıyordu kendini.

irisHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin