Mark'tan kaşla göz arası yürüttüğüm anahtar işe yarıyor ve tur arabamızın içine girip arka koltuğa uzanıyorum. Yüzümde bir türlü silemediğim kocamanında bir sırıtma. Heyecandan bacaklarımı birbirine sürtüp duruyorum, belim kıvrılıyor, telefonu bir göğsüme indirip bir yüzüme tutuyorum. Hala gerçekliği yakalayabilmiş değilim, son derece kayıp tüm bilincim şu noktada.
Ama umursamıyorum. Elbette bir açıklaması vardır ya, diyorum kendi kendime. Aksi cepheden ne çabuk yelkenleri indirdin, adam amına koydu yıllardır götü toparlayamıyorsun gibi bir şeyler duysam da kulaklarımı tıkıyorum kalbimin gümbürtüsüyle.
Sadece diyorum, sadece yüzünü göreyim şu sokağın başında, söz tüm ızdıraplarım sonsuz uykuya yatacak. Ona hiç olmadığım kadar muhtacım.
Şehrimden yok olduğundan beri ona yazdığım özlem ve nefret dolu şarkılar oldu. Gövdemin içinde parçalanıp etrafa saçılan sivri uçlu anılar ve neredeyse ümitlenmeme sebep olacak sözler yüzünden kaç gece güneşi görmeden uyuyamadığımı hatırlıyorum. Beynimin içinde dönüp duran senaryolar yüzünden karşıma çıktığı anda onu delil deşik edeceğimin hayaliyle dolup taştığımı da elbette. Tıpkı üniversitedeki gibi.
Kampüste beni görmezden geliyor diğer öğrencilerle son derece medeni sohbetler edip, bazen gülümsediğini de görüyordum ve onu oracıkta parçalamak istiyordum. Çünkü benimle hiçbir zaman bu şekilde ilgilenmemiş ve onlar gibi hissetmeme izin vermemişti. Aramızda hep görünmez dev bir duvar örülüydü ve ben tırmanıp dursam da bir türlü örmeyi kesmiyordu.
Ben de onun için diğer öğrencileri gibi olmak istiyordum. Benim de aptal esprilerime ufacık da olsa gülsün, öğle arasında ne yiyeceğini sorabilecek samimiyetimiz olsun, dersi hakkında anektodlarını gelişi güzel bir havada dinleyebileyim istiyordum ya. Ama her zaman bana karşı soğuk, alaycı ve yüreksiz olmuştu işte. Ondan nefret etmemek için elimde ufacık bir şansım bile yoktu.
Bazen de bana öyle güzel bir şeymişim gibi bakıyordu ki adımı sanımı unutuyordum şak diye. Azarlamak adına yanına çağırdığında kokusu içime dolarken de içimde her gün besleyip büyüttüğüm nefretim saniyeler içinde çürüyordu.
Bana beni yakıp yıkacağını söylemişti. Gördüğüm en dürüst adam.
Şimdi de aynısı oluyor. Tarihin umarsızca kendini tekerrür etmesini biraz boomer bulsam da işte buradayım. Yine ondan deliler gibi nefret etmeme sağlayacak bir takım boklar yedi (akıl sağlımı tehdit eden..?) ve ben yine kendi kampüsümde onun gölgesini dahi görsem öfke ve hüzünden binbir parçaya bölünüyorum. Ve yine bana küçücük bir ışık hüzmesi gösterdiği anda prangalarımı dişlerimle söküp ona koşuyorum.
İç hesaplaşmamı bir süre rafa kaldırıp ekrana bakıyorum, onun sohbet ekranına, ne yazacağım? Uzandığım yerde küçücük çocuğa dönüşüyorum, kımıl kımıl kıvranıyorum. İntikam ateşiyle şu günlere gelen masum hislerimi susturmak tahmin ettiğimden de zor. Bir süre ya, diyorum onlara. Bir süre bekleyin yemin ederim öcünüzü alacağım. Şimdi nolur biraz mutlu olmama izin verin.
Ne yazacağım? Ne demeliyim? Kızmalı mıyım? Aşkından divane olduğumdan bahsetsem? Sanırım bunu zaten biliyor.
Onun itiraflarını hala gerçeklik zeminine oturtamadım. Belki de acımasızca bırakıp çekip gittiği yerde sonunda yüreği burkulmuştur ve yaşama tutunmamı bu yalan itirafla desteklemeye çalışıyordur? Bilmiyorum ki.
Profesör Lee, sikeyim onu, Lee Minho hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Bu trajikomik bir film.
Bir süre daha sohbet sayfasına bakıyorum. Çıkarımları kesmem gerek. Konuşmadan öğrenemem.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
baby be my lollipop, minsung ✓
FanficSokak lambalarının yaktığı yarım gölgeli yüzü, daha önce görmediğim ihtişamdan uzak ama içimdeki kundakçıya yakın görüntüsü, gözlerinin hiç sönmeyen alevi, arabada bekleyen sevgilisi ve her bir köşesini öpmek istediğimi o an fark ettiğim pasparlak y...