Amerika seyahatimin hazırlıklarıyla geçen iki haftada ruhsuzluğum ve suskunluğum, yerini umursamazlığa tekrar devrederken, gönderilme çabalarının beni bu kadar kolay esir almasına suskundum sadece. Annemle kavgamızdan sonra babam, Amerika esaretimi bu kadar çabuk kabul etmeme şaşırmış ama bu durumu bozmamak adına üstüme gelmemişti.
Ah baba ah! Benden ne kadar nefret ettiğinizi ölçemez oldum artık. Bu benim boyumu misliyle aşıyor. Her gece ağlamaya çalışıyor ama her seferinde bu çabam hüsranla son buluyordu. Ben hiçbir zaman duygularını kolay ifade eden bir insan olmadım. Aksine, sulu gözlü insanlara tiksintiyle bakıp kendimle gurur duydum.
Bu iki hafta içerisinde uçağın kaldıramayacağını düşündüğümüz eşyalarımı kargoyla yolladık. Oradaki alıcısı "Peter Brown" diye biriydi. Kim olduğunu irdelemeyecek kadar umursamaz ergen triplerindeydim.
Gitmeden kendimde ufak tefek birkaç değişiklik yaptım. Dişçiye gidip dolgularımı yaptırdıktan sonra dişlerimi beyazlattım. Ayrıca kuaföre gidip saçlarımın ucunu açarak, Brezilya fönü yaptırdım. Manikür-pedikür, ağda gibi birçok bakım seansına da girdim.
En önemli ve en eğlenceli kısmı alışverişti. Çok sayıda tişört, şort, pantolon, hırka, gömlek, etek ve bir sürü şey aldım. Ve bunların hepsinin faturasını annemlere ödettim. Harcadığım parayı duyunca, annemin yüzünden kısa süreli bir şok dalgası geçti. Ne yapacağımı bilemez halde babama bakınca gülmemek için dudaklarımı ısırdım ve kanattım. Tabi bunu benden kurtulmak için ödedikleri "ufak" bir bedel olarak gördükleri için şimdilik bardağın boş kısmıyla ilgilenmediler.
Bugün gidiyorum. Odamın bomboşluğuna alışmaya çalışarak, yatağın üzerinde, odamla eğreti içinde duran dün akşam hazırladığım kıyafetlerimi giydim. Gitmeyi istemiyormuş gibi görünmemek için siyahtan özellikle kaçınmıştım. Limon sarısı, yapışan bir pantolon, beyaz bir tişört, beyaz Vans'lar. Çekip giden bir insan nasıl giyinirdi bilmiyorum ama böyle giyinmediğine emin olduğum için rahattım. Saçlarımı atkuyruğu yaptım. Çantama, cüzdanımı, telefonumu, uçakta sıkılırsam diye romanımı koymadan önce eyeliner ve rimelle makyajımı da yaptım. Kulaklığımla beraber Ipod'umu ve birkaç şeyi de çantama ekledim.
Odama son bir defa bakıp iç çektim. İronik değil miydi? Bu odada ağlamaya çalışmış, yapamamıştım. Kahkaha atmayı denemiş, kedi sesinden farksız bir ses bir ses çıkarmanın ötesine gidememiştim. Bu odada, bu odayı özlememe sebep olacak tek bir güzel anı yaşamamıştım. Peki, neden bu yaşayamadığım anılar amacına uymayıp, bu odayı daha fazla özlememi sağlıyordu. Neden ben "odamla" bu gereksiz vedayı yapmak zorundaymışım gibi garip bir hisse kapılıyordum? Neden sadece kapıyı çekip gidemiyorum? Cevabının bana ters düşeceğini bildiğim için sormakla uğraşmadım.
Bavullarımı gizleyemedikleri bir şevkle, babamın hayran olduğum arabasına taşıyan anne ve babamla birlikte ağır adımlarla arabaya yürüdüm. Arabada kulaklığımı takıp müzik dinlememe rağmen arabayı esir alan sessizlikten ben de payıma düşeni almıştım. Kafamı cama yaslayıp, İstanbul'la vedalaştım. Havaalanın dış hatlarına giriş yapınca bile, sinemize yapışıp kalan sessizlikten kurtulamadık. Uçağın kalkacağını bildiren anonsa kadar kafam bomboştu fakat şimdi onlarla nasıl vedalaşmam gerektiğiyle ilgili tonlarca soru beynime hücum etmişti ve bu sorularla nasıl baş edeceğim ayrı bir muammaydı.
"Gitme vakti" dedim zor duyulan bir sesle. Ama onların duyduğundan emindim. Anneme doğru yürüdüm, annemse, bana zoraki olduğu fazlasıyla belli olan bir sarılmayla karşılık verdi.
"Orada kendine dikkat et." Dedi kulağıma doğru. Ondan ayrılırken göz temasından uzak durarak;
"Ederim." Dedim.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Who You Are?
RomanceHayatını ailesinin sıkıntılı baskısı altından kurmaya çalışan Derin'in zorlu hayat mücadelesini Derin bile şaşkınlıkla izlerken siz kendinize dair çok şey bulacaksınız.Peki Derin kendisine verilen Hanna Dickens ismiyle karşı karşıya kalırken bu anne...