Umut dediğinin insanlığın varoluşuyla beraber gelen sancıların en kuvvetli merhemi olduğu söylenilir. Lakin bir hardal tanesi kadar olsun azalmasıyla beraber yoksunluğu çabucak hissedilebilen umudun bir bedende tümüyle ortadan kalktığını düşünün.
Karanlık bir sükunetin hüküm sürdüğü bu diyarın sakinleri büyük bir iletişimsizlik halinde yaşar giderler; sokaklar ancak akşam üzeri dolup taşar. Kimse birbiri ile konuşmaz ve yemek saatinden sonra meydanlarda kimsecikler kalmaz. Sessizlik, yavaş yavaş eriyen bir buz dağının serd soğuğu gibi iliklerimize değin işler. Eridikçe eriyen, şapırtılar eşliğinde teker teker yüreklere damlayan, damladıkça iğne gibi delip geçen bir acı ve nutku tutturan kalıcı bir sancıdır bu.
Kimsenin anlayacağı türden bir şey değildir de.
Diğer tüm devletlerin zihinlerinden kopup kuruma dönen anılardır.
Üzgündür, acıklıdır.
Mutludur, şatafatlıdır.
Öfkeli ve kırgındır.Ancak kimileri; bu bitmeyen serzenişlerin, eriyen ancak hacmi, cüssesi ve ağırlığından asırlardan sonra bile hiçbir şey kaybetmeyen bu buz dağının soğuktan tir tir titrettiği mazlumların aklında kalan son hatıralar son hatırlar gibidir.
Duru bir öçtür, saf bir intikamdır...
Ama en önemlisi, unutulmuşların; soluk ve sararmış, asırlara kaynamış, üzeri kanla örülmüş, adına fedakarlıklar yapılmış umutlarıdır.
Devam ettirilmesi gereken düşler
ve
dem ile gün ışığına aç canavarlardır.