Teras katında ikinci gün, saat sabahın altı buçuğu
Elimde bir tükenmez kalem, soğuk mermerin üzerinde bağdaş kurmuş bir şekilde yazıyorum:
"Bilinmeyen bir ülkenin, bilinmeyen bir teras katındayım. Soğuk bir minderde gökyüzünü izliyorum, hiç dokunulmamış soğuk bir gökyüzünü izliyorum. Dokunulmayan ya da hissedilemeyen tüm sıcak ruhlar ve renkler, şafak saatlerindeki soğuğa benzer. Kalemim elimde, yazılarıma dokunuyorum en içten sıcaklığımla. Kelimelerimin arasında güneş doğuyor, cümleleri okumaya çalıştığım dudaklarıma renk katıyor. Bilmediğim bir terasın içindeki, bilinmeyen biriyim. Terastan sarkıtıp kollarımı, bilmediğim sokaklardaki kör kedilere dert yanıp, beni uyutmayan sağır martılara el sallayan biriyim."
Ellerimde tükenmez kalemin mavi lekesi, şafağın sıcak turuncusu, sokakların sönük kırmızı renkli tabelaları; içime akıtıyorum tüm renkleri. Uykusuzluktan sisli gören gözlerim, güneşi selamlıyor.
Boynumdaki köstekli saate bakıyorum, bilmediğim birisinin armağanıydı. Eskici dükkanındaydım, dalgındı gözlerim. Beğendiğimi düşünerek hediye etmişti bana. İnce düşünceli bir kalbi olsa gerek. Kim, kimi düşünür ki bu dünyada? Kim, kimin için saatin başında oturur? Kim, kimi bekler? Yalnız mıydım? Saatler boyunca güneşin kaybolup, soğuğu üfleyen rüzgârın içinde beni saran tek şey boynumdaki atkı mıydı?
Hiç kimse bilmez miydi burayı? Kimse merak edip de çıkmaz mıydı buraya? Dünya koşuşturması, herkesi tek bir merdivende mi yürütüyordu yoksa? Yalnız mıydım yoksa? Koca bir dünyanın içinde, bir teras katında bir köstekli saatin tesadüfü müydüm? Saati altı buçuğu gösteren, bozuk bir köstekli saat; beni hep bu teras katına çıkaracak mıydı? İhtiyaç duyuyordum saatin altı buçuğuna, güneşin saçlarımda doğmasına. Düşüncelerim susmalı, teras katında oynadığım tek kişilik tiyatronun perdesini çekmeli, her insan gibi koşuşturmama dönmeliydim.Teras katında üçüncü gün, saat sabahın altı buçuğu
Dirseklerim yaslı mermer korkuluklara. Kapalı gözlerim, sislerim dağıldı. Bilinmeyen biri olarak üçüncü günümdeyim. Ne defter ne de kalem yanımda. İlla yazmak şart mıdır zaten? Bir yazar, düşünceleri susturamadığı süre boyunca yazmaya devam eder aslında. Sözler, beynimin içinde çarptığında ve bir cümle oluşturduğunda yazmaya devam ediyorum aslında. Benim gibi bir yazarın tek kişilik tiyatrosu da böyledir. Mürekkebim yok, sararmış sayfalarım da yok bu sefer. Dudaklarımın kıpırtısıyla, alçak çıkan sesimle yazacağım bugün. Martılar, güvercinler duyar belki; bir mektup da benim için uçururlar buraya. Aradığım başka bir ses, başka bir ayak sesleri, başka soğuk bir beden; uğrayacak mıydı buraya? Ayak uçlarıma kalkıp sarkıyorum aşağıya, küçükken çok korkardım bunu yaparken. Şimdi ise bir şeyler hissedebilmenin kölesiyim. Bir korku, bir endişe, bir cesaret...Beni bu renksiz binaların arasından kurtaracak, saatin altı buçuğunda içimi ısıtacak bir sese muhtaç hissediyorum. Yalnızlıktan dolayı mı böyle? Tek kişilik bir yalnızlığın içinde hayatımda bir döngü çizmekten sıkılmış mıydım? İki kişilik bir yalnızlığı mı arıyordum? Kollarımı açtım iki yana, kuşlar gibi hissetmeye çalışıyorum. Yönümü bulabilir miydim ki bir kuş olsaydım? Her seherde, her güzde göçecek miydim? Şairlerin, aşıkların gözdesi olacak mıydım? Bilmediğim yerlerde, bana verilmemiş bir isimle uçacak mıydım? Güneşi selamlayacak mıydım? Beyaz tüylerimi düşürüp insanların yoluna dileklerimi dağıtacak mıydım?
Sesleniyorum kendime: "Arala gözlerini bilinmeyen yazar, sanıyorsun ki bu terastan atlayıp kanatlanabileceksin. Bilinmeyen bir insansın nihayetinde, gözlerini açtığında farkına varacaksın; yere basan iki ayağınla buradan inip evine gideceğini. Ruhun bir kuş olarak doğdu bugün güneşe, ayakların engelledi seni."
Araladım gözlerimi, kısık gözlerimin arasından sisler tekrar dağıldı. Sislerin içinden bir oğlanın gözlerini gördüm, ayak sesleri duyuluyordu. Koyu kahverengi gözler, sesini duyamasam da tahmin edebiliyordum. Güneş gibi, rengini görüyordum ama sesini duyamasam da tahmin edebiliyordum. Bir güneşin sesi gibi bu koyu kahverengi gözler, beni selamlıyor. Benim güneşi selamladığım gibi, bir elini kaldırmış selamlıyor beni. Kıpırdattı dudaklarını, konuşacak benimle besbelli. Yanıma doğru yürüyor, adım sesleri yakınlaşıyor. Belki de tiyatromda yalnız değilimdir, belki tek soğuk beden değilim, belki burada el sallayan tek kişi ben değilim...Kollarını uzattı güneşe doğru, güneş ışınları parmaklarının arasından gözlerine sızıyordu. Koyu kahve gözler, kehribara çalıyordu. Parmaklarını bir aralayıp, bir kapatıyordu. Şahit olduğum en güzel pandomimdi bu. Biliyordum; düşünceleri güneşle doluyordu, onun ruhu da sıcaklığa mahrumdu.
Yüzünü bana doğru çevirdi, güneşi selamlayan yanakları gülümsüyordu. Sesi duyuldu, artık ses ve görüntü bir ahenkteydi. Nasılsınız, dedi. Cevap vermeli miydim? Daha doğrusu verebilir miydim? Nasılsın sorusuna hiçbir zaman bir cevap bulamayan biri olarak ne diyebilirdim?..Onun yüzüne vuran güneşe uzattım ellerimi, sustum, susuyordum. Sessizliğimden anlamış olmalı. Dalgın bakışlarıma eliyle işaret ederken, aralardan sızan güneş gözlerimi kamaştırdı. Boynumdaki köstekli saate dokundu. Bu sefer ise adımı soruyordu, susmadım:"Adım Taehyung, sizden önce bilinmeyen biriydim. Sizin adınız ne?"
Elini uzattı, sıcak mevsimde elleri soğuktu.
"Jeon jungkook ben, artık ben de sizin tarafınızdan bilinen biriyim."
"Tiyatromun süresi bitti, Jeon Jungkook. Perdenin kapanış vakti geldi. Yarın burada dördüncü günüm olacak, sizinle tekrar görüşmek isterim. Yarın saat-"
Sözümü kesti, boynumdaki saatin arkasına bakıyordu dikkatlice. Kaşlarımı kaldırıp ne olduğunu anlamaya çalışırcasına baktım.
Omzuma dokundu, dudaklarını büzdü düşünürcesine. Parmağıyla kendisini işaret etti,"Bu saatli kolyeyi size hediye etmiştim, şu an hatırlayabiliyorum sizi. Saati hâlâ bozuk. Anlaşılan çok hoşunuza gitmiş, kahverengi kombininize uyum sağlamış, gözlerinizle de epeyce uyumlu. Lafınızı kestim değil mi? Kusuruma bakmayın, yarın saat altı buçukta burada olacağım."
Kafamı, onay anlamında salladım. Yumruklarımı sıkıyordum, hissettiğim his panik ya da endişe değildi. Her ne hissediyorsam ben de bilmiyordum. İniyordum merdivenlerden, son bir kez selamladım onu.
Saat altı buçukta değil, tam da şu an durmuştu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bilinmeyen Teras | taekook
FanfictionBilmediğim bir terasın içindeki, bilinmeyen biriyim. Terastan sarkıtıp kollarımı, bilmediğim sokaklardaki kör kedilere dert yanıp, beni uyutmayan sağır martılara el sallayan biriyim. Saat altı buçukta tüm sesler susuyor. Sadece onun için bilinen bir...