Kırmızı, mavi, sarı renkli; cilalı, kaba siyah harflerle donatılmış tren yaklaşıyor bozkırın ötesinden; adı bilinmeyen bir ülkenin adı bilinmeyen bir garına. Gökyüzüne kara bulutlar saçarken tekerleri rayların üzerinde dönüyor, dönüyor, dönüyor ve devasa makine zamanı geldiğinde homurdanarak kendini frenliyor. Kulak tırmalayıcı bir sürtünmeyle ve toprağa saçılan kıvılcımlarla duruyor ve geldiğini haber vermek isteyen bir ıslık öttürüyor şimdi. Etraftaki kertenkeleler, böcekler, kaplumbağalar ve tilkiler rahatsız olarak hemen inlerine çekiliyor; insanlar ise gara yanaşan bu makinenin etrafına üşüşüyorlar.
Yan yana, kıpırtısız duran iki kişi var sadece. Kuşların, trenin bu yüksek perdeden çığlığından ürküp sürü halinde kaçışan kuşların, kanatlarını izliyorlar bir süre. Kim bilir nasıl çırpıyorlar şu kanatlarını, bir yılan gibi kıvrılarak gelip gökyüzünü dumana boğan canavardan kurtulabilmek adına... “Ondan korkmayın dostlar, korkmayın ondan; içinde taşıdığı insanlardan kaçın siz asıl.”
“Ben de korkuyorum onlardan.” diye fısıldıyor kız. “Sana kötü bir şey yapacaklar diye...”
“Ne yapabilirler ki?” Olmayan kaşlarını çattığı, gözlerinin üzerindeki kırışıklıklardan anlaşılabiliyor sadece. “Zaten bana daha ne kadar-“ Birden duraksama ihtiyacı hissediyor. “Yani, beni şu anki halimden iyi edecekleri kesin!”
“İyileşeceksin yani?”
“İyileşeceğim.”
Yaşlarla parlayan gözlerini onun kirpiksiz, çıplak gözlerine dikiyor kız. “Sonra da geri döneceksin, değil mi?”
“Sonra da geri döneceğim.” Oğlan uzanıp ikisinin ellerini birleştiriyor; işte şimdi nabızları üst üste, işte şimdi dudakları sevdiğinin bileklerini okşuyor, işte şimdi kız ağlamaya başlıyor ve işte şimdi alnını oğlanın camdan göğsüne yaslıyor.
“Ve sonra da... Sonra da...”
“Yapma, lütfen.” Soluk parmakları boynundaki çileğe benzeyen doğum lekesinde, omzundaki belli belirsiz benlerde, yanaklarına tohumlar gibi saçılmış çillerinde, dalga dalga sırtına dökülen saçlarında geziniyor. Kadının her bir detayını ezberlemeye çalıştığını fark ettirmeden yapıyor bunu. “Sonsuza dek ayrılacakmışız gibi... ağlama.”
“Geri dönünce saçlarını uzatacaksın, değil mi?”
“Uzatacağım.”
“Ve bir evimiz olacak?”
“Olacak.”
“Evimizde saksı saksı çiçek...”
“Çiçekler açınca evimize gökkuşağı düşecek.”
“Bir atımız...”
“Evet... Bir atımız da olacak.”
Kadın tebessüm ediyor fakat bu dudaklarda sevinç dışında her duygu var. Bu acının ve acının getirdiği diğer ızdırap verici hislerin tebessümü.
“Onunla gezintilere çıkacağız.”
“Saçların; bak, şimdi olduğu gibi, dalgalanacak ve onun yelelerine karışacak.”
Bozkırdan yılan gibi kıvrıla kıvrıla gelen canavar; uzun, sabırsız bir çığlık daha atıyor. Islığın duyulduğu süre boyunca oğlan onu dudaklarından öpüyor. Seni seviyorum, diyemiyor; çünkü seni seviyorum demenin milyonlarca yolunu biliyor.
Bak, mesela; seni gözlerinden süzülen yaşları silerek seviyorum. Altın ipekten saçlarını okşayarak seviyorum. Gökteki sonsuz yıldızlar gibi yanaklarına saçılmış çillerini öperek seviyorum. Kahkahanı pürdikkat dinleyerek seviyorum. Seni güldürerek seviyorum. Seni ağlatarak... seviyorum. Sana şarkılar söyleyerek seviyorum.
Sana,
gerçekleştiremeyeceğim
şeyler
vadederek
seviyorum.
“Geri dön. Geri dön, tamam mı; geri döndüğünde yeniden çıkan kirpiklerinin sayısı kadar çok sarılacağım sana.”
“Döneceğim.”
Tren son kez feryat ediyor. Oğlan pencerenin kenarındaki yerine geçtiğinde ve camı araladığında, kadın gülmeye başlıyor; gözyaşlarının içinde boğularak ve günün birinde bu okyanustan çıkmayı umut ederek gülüyor ona. Ne de güzel rol yaptık hayata tutunabilmek için, bana ve sana ve mutluluğumuza dair. Ne de güzel öptün beni sanki son öpüşün değilmiş gibi. Ne de güzel... Ne de güzeldi senin sevgilin olmak, senin sevdiğin olmak. Ne de güzeldir ölüm şimdi, seni yanına alacağı için.
“Kaç tanesi yalandı?” diye sesleniyor makine hareketlenmeye ve sevdiğinin yüzü gözlerinin önünden kaymaya başladığında. “Söyle, kaç tanesi yalandı?”
“Hepsi.” diyor oğlan, haykırarak. “Sana aşık olduğum gerçeği dışında, hepsi."
🌹
Rehvan ölmeye çok yakınken ve yattığı yerde acıyla kıvranıyorken, "Neden şimdi, neden, neden?" diye başında ağlıyordum. Bir hafta sonra Rehvan öldü.
Yüz yıl bile yaşasaydı ve yüzüncü yaşında ölseydi, o zaman da "Neden şimdi" diyecektim. Ölüm hangi anda gelirse gelsin, insan hazırlıksız yakalanıyor.
Rehvan, seni seviyorum. Sen dünyanın en güzel atıydın. Sen benim canımdan bir parçaydın.
-Vega.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kırmızı, Mavi, Sarı ve Siyah Tren.
Short StorySeni seviyorum, diyemiyor; çünkü seni seviyorum demenin milyonlarca yolunu biliyor.