Gecenin sonlarına doğru burası iyice sessizleşir. Öyle ki, belli periyotlarla ayak seslerini duyduğunuz gardiyanı duymazdan gelirseniz, kendinizi çevrede hiç bir varlığın olmadığına inandırabilirsiniz. Bu sessizlik sizin bildikleriniz gibi değildir. Sararmış arpaların ahenkle sallanırken çıkardığı seslerin yankılandığı gecelerin suskunluğuna alışmış insanlardan, kulaklarında çınlayan boşluğun nasıl olduğunu anlamaları beklenemez zaten. Bu ikisi arasındaki fark son derece barizdir aslında. Birinde huzur yada hüzün bulurken diğerinde günahlarınızla yüzleşir, yaptıklarınız için sizi boğazlayan vicdanınızı aslında masum olduğunuzu ikna etmek için uğraşır durursunuz ve inanın bana bu boş odada tek yaptığım bu. Bazen delirdiğimi düşünüyorum, tıpkı şu an yaptığım gibi kimsenin duymayacağını bile bile defalarca anlatıyorum bulunduğum durumu ve yaşananları. Başka bir alternatif de yok aslında. Bu uzun geceler başka türlü ilerlemiyor, tavana bakarak geçen saatler sizi deliliğin sınırlarına itiyor.
Beyaz kerpiç duvarlar, örgü demirliklerin olduğu ufak bir pencere, solunmaktan ağırlaşmış havayla birleşen tuvalet kısmından gelen kesif sidik kokusu.. İşte tüm hayatımı bu rezil, küçük alanda geçirmemi bekliyorlar. Nasıl delirmeyebilirim ki? Beni buraya koyanlar iyiliğimi değil yavaş yavaş içten içe çürümemi, kendimizi yiyip bitirmemi istiyorlar. Bana bunu nasıl yapabilirler? Neden yapıyorlar? Nasıl bu kadar vicdansız olabilirler? Ben de nefes alıyorum, ben de düşünüyor, ben de hissediyorum. Katil olan ben olsam da canavar olanlar onlar. Sırf tehlikeli yada onlardan farklı olduğum için gençliğimi bırakın, yaşamımı elimden alıyorlar. Buna ne hakları var? Bunları düşünmek beni delirtiyor, öfkeden çıldıracak gibi oluyorum.
Kabul ediyorum, ben bir katilim. Vicdansız, soğuk kanlı bir katil hem de, fakat ben bile kurbanlarıma acısız ve keskin bir ölüm sunarım. O canavar insanlarsa beni burada her gün öldürüyor, dahası katil olmamdan çok onlardan farklı bir renge, öze sahip olduğum için buraya tıkıldım.
Sizlere yalan atıp, zararsız biri olduğumu söylemeyeceğim. Çok fazla can aldım, çok zarar verdim lakin nasıl ki yağmur dereleri taşırıp sele sebep olduğu için suçlanamazsa ben de aldığım hayatlar için suçlanamam. Aldığım canların hiç birini kötü niyet yada cinnet yüzünden akdetmedim, ana karnına düştüğüm günden beri böyleyim. Elimde olmadan, içgüdülerime karşı koyamadığım için yaptım her şeyi, böyle olmayı da ben istemedim.
Agresif bir yapıya sahibim, bu doğru. Çoğu insan sağımla solumun belli olmadığını,bir günümün diğerini tutmadığını söyler. Bunun nedeni içimdeki doldurup bastıramadığım açlık aslında. Öldürmeye, kan dökmeye duyduğum açlık. Öyle zamanlar oluyor ki çevredekilerin o sıska, savunmasız boyunlarını sıkarken altımda kıvranıp çırpınmalarını hissetmekten başka bir şey istemiyorum. Böyle duygularımı bastırmak için ilaç veriyorlar bana. Buna elimden geldiğince karşı koymaya çalışıyorum, ilacı birinci elden almayı reddetsem de yemeğimle suyuma koyduklarına eminim çünkü bazı günler kendimi fazlasıyla uyuşmuş, kafamın içinde onlarca arı uğulduyormuş gibi hissediyorum.
Buna ek olarak yanıma bir terapist verdiler, kişisel isteklerimle ilgilenip hareketlerimi izliyor, ruh halimi inceliyor. Onu buradaki diğer insanlar gibi olmadığı için seviyorum. Bana bir uzaylı gibiymişim değil de, diğerleri gibi normalmişim gibi davranıyor. Bir şeyler anlatmaya çalıştığımda gerçekten dinlediğini, üzüldüğümde yada sıkıldığımda empati yaptığını, çabaladığını hissediyorum. Diğer insanlar gibi benden uzakta durmaktansa rahatça yanıma sokulabiliyor, hatta bazen kolunu omzuma atıyor.
Yine de arada ani bir hareket yaptığımda benden korktuğunu hissediyorum, ona zarar vermemden belki de onu boğazlamamdan korkuyor. Ona bunu asla yapmayacağımı, onu asla incitmeyeceğimi söylemek isterdim ama bunu yapamam çünkü bu konuda garanti veremeyeceğimi, stabil olmadığımı biliyorum. Onunla olan arkadaşlığımızın bir gün benim tepem atana kadar süreceğinin farkındayım. Bu ilişki de diğer ilişkilerim gibi bir gün solup gidecek. Ne kadar değerli olduğunun da farkındayım, buradaki öteki arkadaşlarım gibi dengesiz değil ve bana zarar vermek gibi bir isteğe asla kapılmayacağından eminim. Diğerleriyle ise ne zaman kavga ediyoruz ne zaman eğleniyoruz anlamak çok zor. Sanırım benim gibilerin arkadaşlıkları hep böyle. Pamuk ipliğine, karşıdakinin ve kendinin ruh haline bağlı.
Günde altı saat bahçeye çıkma hakkımız var -her ne kadar kış aylarında bu hak askıya alınsa da- ve bu saatleri "sosyalleşmek" için kullanmamızı tavsiye ediyorlar. Tabii bizim sosyalleşmemiz birbirimizi uzaktan süzmekten ve bize ayrılan bahçede bir ileri bir geri uzun voltalar atmaktan ibaret. Bahçede bulunduğumuz saatlerde bizim gibi saldırgan mahkumlardan başkalarının bulunmamasına dikkat ediyorlar. Aramıza bizden daha uysalları onlara zarar veririz diye sokmaya korkuyorlar büyük ihtimalle.
Bahçedeki süremiz dolduktan sonra bizleri hücrelerimize götürüyor ve akşam yemeklerimizi veriyorlar. Bazı mahkumlar gibi dışarıda, toplu halde yememize izin verilmiyor çünkü çoğunlukla kavga çıkarıyoruz. Artık yemeklerin toplanmasının ardından gece çöküyor ve ışıklar kapanıyor. Bütün odalar sessizliğe gömülüp ertesi güne duyulan beklentiyle doluyor. Kimisi hemen uykuya dalıyor, kimisi tıpkı şu an yaptığım gibi boşluğu karşılıyor. Ve işte böyle zaman geçiyor, ölüp gidene kadar da böyle geçecek. Sararmış beyaz duvarlara baka baka, sidik kokulu yoğun havayı soluya soluya mazlumlukla bütünleşip silineceğim bu dünyadan.
Kuşların şakımasıyla düşüncelerimden sıyrıldım. Güneş doğmuş, zaman ilerlemişti. Sıcak gün ışığı pencerenin demirliklerinden süzülüp havada asılı kalmış toz zerreciklerini aydınlatarak yere vuruyordu. Bir süre sonra gardiyan yemek ve su getiren görevliyle gelip demirliklerdeki küçük sürgülü bölmeyi açarak yemeğimi bırakıp suyumu yeniledi.
Doğrulup yavaşça gerindim, üzerine yattığım için uyuşmuş sağ kolumu sallayarak açtım. Esneyerek yüz kaslarımı da gerdirdikten sonra yavaşça ayağa kalkıp kapıya doğru ilerledim. Yemeği yatağa götürmeye üşendiğim için yere oturup öyle yemeye başladım, karnım doyduktan sonra susuzluktan dilim damağıma yapıştı. Suyla yemek arasında uzanabileceğim mesafeden fazla olduğu için ayağa kalkıp oraya gitmem gerekti. Suyun yanına vardığımda yansımamı gördüm.
Turuncu kürkümün üzerine simetrik çizgiler halinde dağılmış siyah tüylerimi güzel ve nadide taşlar gibi süsleyen sarı gözlerim, sudan yansıyan kırılmış ışıkların etkisiyle parlıyordu. Ağzımın kenarında ve dişlerimde kalmış kanlı et parçalarını yalanarak temizledim ve suyu içmeye başladım. Demirliklerin ardından duyulan konuşmaların uğultusundan ve ayak seslerinden hapishanenin günün ilk ziyaretçilerini ağırladığını anladım. Suyu içmeyi bitirip kafamı kaldırdığımda bana her hareketimi inceleyerek bakıp, dondurmasını yalayan bir çocuk ve annesini gördüm. Duyduğu heyecanla kalp atışları hızlanmış, vücudu sıcağın da etkisiyle burnumu tatlı tatlı okşayan bir ter kokusu çıkarmaya başlamıştı. Et ve av gibi kokuyordu. Dışarıda olmayı bir kere daha delicesine arzuladım.
Teni kim bilir ne yumuşak, tadı kim bilir ne kadar tatlıydı. Yeni yemiş olmama rağmen bu küçük çocuğu görmek beni tekrardan acıktırdı. Annesiyle beni bir eşya, cansız yada kapatılmasında sorun olmayan önemsiz bir varlık olarak gördükleri bakışlarından belli oluyordu. Bu görüntü beni tahrik edip açlığıma hiddetin de karışmasına neden oldu.
Bu kafesten kurtulup bana bakan o parlak, büyük gözlerini yerinden çıkarmak için nelerimi vermezdim.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zorunda-Kısa Hikaye
Short StoryZorunda; tek bölümlük kısa bir hikayedir. Yorum bırakıp oylarsanız sevinirim, eleştirilerinizi bekliyorum.