genç adam endişeli; dünyanın gözünden çokça korkuyor. endişeli, çünkü güneş ışıyor, bugün yeni bir gün ve yapılacak çok şey var. genç adam endişeli, saçlarının kesimi hakkında, ona neyin yakışıp yakışmadığını anlayamıyor. yinede, saç kesimi ne kadar güzel olursa olsun; kıyafetleri ne kadar ütülü olursa olsun insanlar onu daima sevecek. çünkü o sevecen, nazik ve bir o kadar da düşünceli. düşünceli, fazla düşünceli biri. başında var bir ton problem, bir ton soru işareti. en nihayetinde, onun hiç derdi yok ki, gerçekten. bir tanesi hariç, ailesini özlüyor sadece. çok uzakta yaşıyorlar ama soobin onları haftada dört kez, cuma akşamları dahil, arayıp hâl hatır soruyor, o yokken neler olup bittiğine dair haber alıyor ve hasret gideriyor. ailesi, hatta küçükken bir yıl kadar yanında yaşadığı büyükbabası ona düzenli olarak harçlık gönderiyor, üstelik soobin'in sıcacık bir yuvası var. biraz küçük olsa da iş görüyor bu üst üste dizilmiş kare kutular arasındaki sığınak, bir balkonu olması bunun artı yanı hatta. ayrıca komşuları çok tatlı insanlardır; bayan kim hemen her akşam o çelimsiz vücudunu harekete geçirip merdivenlerden bir bir iniyor, soobin'in kapısını çalıyor, pembe terlikleri ayaklarında ve elinde bir kutu var, içerisinde tazecik pirinç pilavına karışmış bulgogi, mantarlar; ve kızarmış tavuk oluyor bazenleri. soobin yemek seçmez hiç, bu yüzden oldukça memnun bu yaşlı kadının nezaketinden. çoğunlukla bir fincan çay içmesi için onu davet eder içeri ancak çok nadir olarak kabul eder bayan kim, yaşlıları bilirsiniz. gel zaman git zaman, küçük ziyaretler, sorumluluklar ve ufak kaçamaklar ile gününü gün ediyor ve tam da bugün, soobin, aniden dünyadaki en dertli insan gibi hissediyor kendini. proje sunumunda bir takım sorunlar yaşıyor, bir şey bir şeye yol açıyor ve yol üzeri, eve dönmek için metroya yürürken, bardaktan boşanırcasına yağmur bastırıyor. böylece o gün, yıkık bir ifade suratında, tüm ruhu çekilmiş mutsuz mu mutsuz bir soobin var. iliklerine kadar üşümüş. insanların bugün imrendiği o güneşli gökyüzünden eser yok semada. kalabalık. olağanca insan uçtan uca dolduruyor metroyu, hızını giderek kesen ve nihayetinde kapılarını aralayan araçlardan içeri akın ediyorlar. tıpkı karınca kolonileri gibi. soobin daracık hissediyor o vakit; bedeninin giderek küçüldüğünü ve aylarca gidip geldiği bu yolda kendini kaybolmuş. zahmetle varıp ayakları üzerinde durduğu bu yerde, bu konumda, bugünün tüm acelesini ve ıstırabını bir kenara bırakıyor şimdi. koşturarak gelmesinden ötürü dışarıdaki tüm manzarayı kaçırdığı için kızıyor kendine, o da kendi isteğiyle kaçışanlardan biriydi sonuçta. bu yağmurlu gökyüzünün tadını çıkaramadığı için görmeyi arzuladığı manzaraya kaldırıyor başını: uzakta bulunan yüksek bir tavan ve ışıklandırma dışında hiçbir şey yok. derin bir iç çekiyor ciğerlerine, bu esnada kimisi omzuna, kimisi koluna çarparak geçiyor yanından, kimisi homurtuyla karışık söyleniyor hatta ona. sonrasında bir dürtü hissediyor soobin. içten gelen bir dürtü ve bir süredir kalabalığı aksatmanın devam ettirdiği umursamazlığa sığınarak başını sağa doğru çeviriyor ve bakışları, onu yakalıyor kendine. belki de onun umut vadeden hareleri yakalamıştır soobin'in irislerini. upuzun bir kaban giyiyor, tıpkı soobin gibi, ama onunki deri, koyu bir renk ve hoş. parlak ayakkabıları var. güzel görünüyor, pembe saçlarını geriye taramış ve soobin ne yapıyorsa onu yapıyor. orada. öylece, bekliyor. yorgun görünüyor. bir süredir birbirinden ayrılmayan gözlerine sevecen bir sima takınıyor şimdi, o. soobin'e tebessüm ediyor, hafifçe başını eğiyor ve soobin, karşılık vermeden edemiyor. kim bu genç adam, diye düşünüyor, ilk defa görüyorum buralarda onun gibisini. onun gibisi. şimdi adımlıyor yabancı genç ve kalabalığa karışıyor gitgide. gözden kaybolurken o, ardında bıraktığı hediye, şu sıcacık gülüş, soobin'in içinde bir şeyler değiştirmesine mâl oluyor.