bulutlandı sanki buralar. bulunduğu konumun yüksekliğinden kaynaklı olsa gerek, hava tanecikleri birbirine usulca çarpıyor, vücudunu yoğuşturan sis dalgaları tatlı tatlı yüzüne vuruyor şimdi. aşağı bakma, aşağı bakma. kendisi gibi yolu buraya düşmüş ve zeminde bir araya gelmiş topluluklardan konuşma sesleri yükselirken içlerinden birinin görevli olduğuna emindi soobin. nedensizce yardım istememesinin ve bu vakit, bu yükseklikte bulunmasının nedeni tamamen kendinden kaynaklıydı anlayacağınız. harelerini sımsıkı yumdu, dolgun dudaklarından ufak bir sızlantı sesi kaçıverdi. oysaki onun dudaklarında saklanan çilekli nemlendirici parıldıyor, oysaki yakışmaz onun kırmızılarına homurtu sesleri. acele ettirmeden kendini, bir bir merdiven basamaklarından aşağı indi soobin. bir noktada aşağı baktığını ve ölesiye başının döndüğünü hatırladığında hücrelerinin nasıl gerildiği, aklının bir köşesinde kazılıydı artık. ayaklarını güvenle yere bastığında bir süre ellerini basamaklardan ayırmadı. başı döndü, ve bunu gülünç buldu. ne buraya ilk gelişi, ne de bu merdiveni ilk görüşü. ancak ilk çıkışı olsa dahi bunu böylesine deneyimlemesi oldukça komik. bu maceralı deneyimi bitirdiğine göre sağa gidiyor, sola gidiyor. sihirli bir fasulye sırığı sanki tüm bunlar, kütüphane kitaplıkları resmen tavana değiyor. şöyle bir baktığında bile başı dönüyor soobin'in, böylesine bir yerde, büyüleyici bir yerde, bulunduğu için çok şanslı hissediyor kendini. çantasını bir omzundan aşağı sarkıttı şimdi ve fermuarı usulca aralarken adımlarını sürdürdü, içerisinden avucunda küçücük kalmış bir not defterini çıkardı ve birkaç sayfayı ardı ardına çevirdiğinde birkaç kitap isminin not edildiği kısma ulaştı. dünya klasiklerinin bulunduğu rafın yanındaydı işte, adımlarını yavaşlatarak duraksattı, hedefine vardı. belki de birkaç adım yukarısındaydı aradığı. ve boylu boyu uzanan raflara sırayla göz gezdirirken tanıdık harflerin doğru dizilimini aradı, bu genç adam. tolstoy, dostoyevski, balzac, austen, pembeli genç. pembeli genç? buradaydı. o, yine. yine bulmuştu işte soobin'i, yine bulmuştu yanını. bunu artık şaşırtıcı bulmamalıydı sanırsam. soobin'in yukarı tırmanan irisleri, yakınında oluşan tok adımlar ve sığ bir görüntüyle giderek şu pembeli genç adam tarafından alınırken hazmetmesi uzun sürmüştü biraz. haliyle bir süre ona baktı soobin; genç adamın elleri cebinde, pembe saçları geriye taranmış, kollarını ve gövdesini sıkı sıkıya kavrayan bir kazak giyiyor, onun ışıltılı irisleri uzayıp giden rafların içerisinde kaybolmuş gibi. belki bu sefer, belki de bu sefer onunla güzel bir başlangıç yapabilmek için ideal bir vakittir, diye düşündü soobin. bu yüzden kendine güvendi, tebessümü genişledi, elini kaldırdı ve ona seslenmek için dudakları aralandı ancak ondan önce bir başkası bunu yaptığı için o, bu vakit soobin'e sırtını dönmüş, kendisini çağıran güzel bir kıza doğru yürümüştü. ağzına tıkanan birkaç harf ile olduğu yerde kalakaldı soobin, nedensizce üzüldü, dudakları asıldı ve aynı onun gibi, arkasına döndü ve başladı yürümeye. anlamsızca kalbinin çatladığını hissetti, hemencecik eve varmak niyetiyle listesindeki son kitabı almak için orada biraz oyalandı, doğru kitaplığı bulması biraz uzun sürdü. hedefindeki kitaplığa vardığında bir süre ismini bulması gerekti, hemen önünde bulunan kitabı çektiğinde, boşluktan, diğer taraftan kendisine uzatılan bir not kağıdı gördü. uzatan kişinin elleri küçüktü, avcuna yerleştirdiği kağıtta yazanlar belirgindi, haliyle, şaşırması için yeterliydi.
'görevlilerden birisiyim, niçin yardım istemiyorsun?:(('
soobin başını kaldırdığında notu uzatan bu yabancının o olduğunu anladı, kitapların arasındaki boşluktan pembe saçları görünüyordu çünkü. notu uzatan elin bir kalp şekline büründüğünü gördüğünde yanaklarının bir balon gibi kabarıp kızardığını hissetti, o eli boşluktan içeri itti ve tekrar yürümeye başladı. nedensizce kırgındı, içten içe onu özlediğini hissediyor ama buna bir ifade veremiyordu. kitaplığın ardındaki genç, onunla birlikte yürümeye başladığında mırıldadı soobin. "adını bilmiyorum bile." rafların arkasındaki gence ithafen söyledi, bu gerçek onu biraz üzerken. "sor o zaman." dedi pembeli genç, kendisini görebilmek için kitapların arasındaki boşluklara bakarak yürümeyi sürdürüyordu. genç adam adımlarını hızlandırarak kitaplığın bitimine ulaştı, soobin geldiğinde köşeyi hızla döndü ve yüz yüze geldiklerinde ismini söyledi. "yeonjun." soobin, aniden karşısına çıkması nedeniyle ona çarptı, dengesini kaybederek yere düştü ve bazı kitaplar ellerinden yere saçıldı. kıçının üzerine düşme şaşkınlığını atlatamadan dağılan kitapları topladı hızla, bu esnada yere çökmüş çocuğu fark edemedi. irisleri ona değdiğinde donakaldı sanki, yerden kalkamadı. çünkü yeonjun karşısında öylece durmuş, elleri dizlerinde, dünyadaki en güzel varlığı seyredermişcesine soobin'i izliyordu, dudaklarında hafif bir tebessüm, bir deniz kabuğu kadar zarif, güzel ve... güzel. yeonjun. o, çok güzel. yalnız, beklemediğim bir şey gerçekleşti o vakit. ince parmakları çekingen bir tutumda uzandı kulağıma, bir tutamı nazikçe sıkıştırırken arkasına, bir yıldız kadar ışıltılı bir tebessüm etti bana. kalbimi hoplatan şu gülüş gözlerime yansırken şimdi, sıcacık avucunun yanağıma değdiğini hissettim ve o vakit, kediden farksız bir gence dönüştüm ben. yanağımı avucuna yatırdım iradem dışı ve irislerim kısılırken gitgide, parmaklarım bileğine dolandı, o sıcaklığı kaybetmeyeyim diye korktum sanki. elini yanağımdan sıyırıp çenemden küçük bir makas aldığında irkildim ve büyük gözlerle onu izledim. "seramik merdiven kedisi misin sen?" kıkırdadı. kafam karışmış ve dilim kurumuştu birden bire. ne oldu bana, diye sorguladım çokça. beni bu gencin yanında bu denli afallatan da nedir? kalbimin böylesine acele atışından ötürü kendime olan şaşkınlığım ile ne yapacaktım ben?
"o da seviyor yanaklarını okşamamı. tıpkı senin gibi mayışıyor sonra."