Kurgumun bölümlerini kısa kısa mektuplar şeklinde yazıp yayınlamayı planlıyorum. Bölüm başlığını The Rose'un son albümündeki favorilerimden biri olan Time şarkısından esinlenerek, sözlerinin bir kısmında değişiklik yaparak seçtim.
Umarım beğenirsiniz.
Sevgili Phlox,
Seni ilk gördüğümde takvim yaprakları 1 Eylül 2014'ü gösteriyordu. Zihnimi tamamen sıfırlasam bile muhtemelen unutamayacağım tek bu tarih olurdu.
O gün her salı öğleden sonra olduğu gibi Sejeong'u psikiyatri servisinin önünde bekliyordum. Bir tarafımda kırklarının sonunda bir ahjumma, öteki tarafımdaysa elindeki telefonundan savaş oyunu oynayan küçük bir çocuk oturuyordu. Yaşlı insanları hiç mi hiç sevmem, bilirsin. Ben de bu yüzden göz ucuyla çocuğun telefonundaki yanıp sönen ışıkları izliyordum. Fakat bu bile içimdeki sıkıntı hissini bir nebze olsun azaltamamıştı.
Sejeong'un iyileşimin sonlarına doğru yaklaştığı bir dönemdi, hastaneden taburcu olalı koca bir yıl geçmişti. Psikiyatristi o dönemlerde haftada iki gün olan görüşmelerini bire indirmişti hatta. Böylelikle artık cuma günleri Jimin'in ona eşlik etmesine gerek kalmamıştı. Sadece salı günleri öğle aramda Sejeong'u buradan alıp beraber geri okula dönüyordum. Okul ona imtiyaz vermişti ve devam zorunluluğu koşulu koymamıştı.
Sejeong'un bana seslenmesiyle ayağa kalkmıştım. O da bana doğru el sallayarak ilerlerken sürdüğü dudak parlatıcısını okul formasının üzerine giydiği pembe ceketinin cebine koyuyordu. Bu ceketi biliyorsun, ne kadar eskise de hâlâ giyer ve de çok sever.
Yanıma gelince iki yanağımı da sulu sulu öptü. Heyecanlıydı. Hastalığı yüzünden verdiği iki yıllık ara sonrasında nihayet okula dönüyordu. Onun adına hem mutluydum hem de gururlu.
Daha birkaç adım uzaklaşmıştık ki çantasını unuttuğunu fark edip geri psikiyatristinin odasına doğru koşmaya başladı. Okul heyecanı yaşayacak yaşı çoktan geçtiğimizi düşünmüştüm, onun bu heyecanı bana çok anlamsız gelmişti. Çünkü o zamanlar hayata karşı ne bir istek ne de heyecan güden biriydim. Ta ki benim gri hayatım gözlerinde barındırdığın galaksideki yıldızlarla renk bulana dek...
Sejeong hep çok dikkatsizdi, çok aceleciydi. Bu sebeple defalarca kez başına iş açmış, ben de defalarca kez onu azarlamışımdır. Doktorunun kapısına geldiğinde yan odadan çıkan hastayla omuzları sert bir şekilde çarpışmıştı. Fakat sadece çarpışma demek buna yeterli gelir mi bilmiyorum. Çünkü çarpıştığı kişi o kadar cüsseliydi ki Sejeong arkasında kalan duvara doğru savrulmuştu.
Hasta psikolojisine sahipse insan; olduğundan daha da aksi olur, hayata katlanamaz ve hayatı senin için de katlanılamaz duruma sokar ama bundan daha da fenası varsa o da psikolojisi hasta olan bir insandır. Şu an içinde bulunduğumuz psikiyatri servisi de aynı bu şekilde binbir türlü insanın olduğu, kavga ve gürültünün eksik olmadığı bir yerdi. Belki de Sejeong'un hata yapması gereken en son yerdi.
Sejeong başına gelecek olası şeylerin korkusuyla çoktan karşısındakinin önünde yere kadar eğilip onlarca kez özür dilemeye başlamıştı bile. Ama çarptığı kişi biraz olsun sinirli görünmüyordu ki.
İşte seni ilk gördüğüm ve güzelliğinin aklıma mıh gibi kazındığı andı o. Çok da uzun olmayan dağınık saçların, iri gözlerin, çekinmeden sergilediğin ve her seferinde içimi ısıtan gülüşün... Ah, Tanrım! Parlıyordun, Jungkook! Işıl ışıldın. Ne gevşek bağladığın kravatın ne de kirli spor ayakkabıların... Hiçbir şeyin leke düşüremeyeceği kadar güzel, söndüremeyeceği kadar parlaktın.
Senin,
K. Taehyung
ŞİMDİ OKUDUĞUN
dear phlox || taekook
FanfictionSevgili Phlox, Bu mektupları hiçbir şekilde sana acı vermek için yazmıyorum. Sen bilmezsin belki ama senin canını acıtacak en ufacık şey, beni de kendi cehennemimin ateşinde cayır cayır yakar. Tek istediğim en derinime gömdüğüm sensizliğin ıstırabın...