Alarm sesi.
Son birkaç ayımın belki en ağır uykusunu bölen ses, alarm sesimdi. Elimi rastgele yatakta gezdirip telefonumu bulmaya çalışırken asla amacımı gerçekleştirememiş, sürekli yorgan veya yastığa denk gelmiştim. En sonunda sinirle tek gözümü açtım ve öyle aradım telefonumu. Nihayet bulduğumda da hınçla alarmı kapattım ve yüzümü yastığa gömdüm.
Her sabah, tam bu aşamada eve gelip derin bir uyku çekmenin hayalini kuruyordum ama ben işlerimi halledene kadar saat yine 11 oluyordu. Olsun be, hayalini kurmak da güzel.
Yine aynı hayale daldıktan sonra uyuşuk hareketlerle kalkarak banyoya gidip elimi yüzümü yıkamıştım. Oradan çıkıp mutfağa ilerlerken adım seslerim hariç ses duyulmuyordu koca evde. Muhtemelen Gökçe benden bile erken kalkıp işe gitmişti, bunu da rutine bağlamıştık.
Mutfağa girdiğimde, düşüncelerimle paralel olarak Gökçe'nin notunu buldum: Günaydın, bebek. Bu kız erkenden işbaşı yapacak ama önce eve gidip üstümü değişmem lazım. O yüzden sabah ezanıyla kalktım yani, endişelenme. Öptüm.
"Mesaj diye bir teknoloji gelişti ama sen hâlâ taş devrindesin Gökçe." derken hafifçe tebessüm ettim. Notu masanın üzerine geri bırakıp kahvaltılıkları dolaptan çıkarırken ısıtıcıya da su koymuştum. Tek başıma yaşamanın dezavantajlarından biri de demliği neredeyse hiç kullanmıyor olmamdı. Sürekli ya sallama çay ya da kahve içiyordum bir bardak çıksın diye.
Bugünkü hakkımı da, birkaç saat sonra göreceğim sıfat sebebiyle papatya çayından yana kullanmak istemiştim.
Dünden sonra bana iyice bilenmiş olmalıydı ve herhangi bir atışma fırsatını da kaçırmazdı bu saatten sonra. Ben onunla atışabilecek kadar enerjik miydim, işte bunu bilmiyordum fakat her ne olursa olsun söylediklerinin altında kalmayacağım da bir gerçekti.
Isıtıcıdaki su kaynadığında içinde papatya çayı olan bardağıma aldım ve yanına da ufak bir sandviç yapıp telefonumdan Youtube'a girdim. Dün Altay masama gelmeseydi ya da orası bu kadar kalabalık olmasaydı yaşanacak senaryo tam olarak bu olurdu muhtemelen çünkü yemek yerken bir şeyler izlemek adeta terapiydi benim için.
Altay demişken... Hâlâ gerçekliğinden şüphe ettiğim bir olaydı bu ama böyle bir senaryoyu kafamda bile kuramazdım ben. Sahi, biz dün ne yaşamıştık?
Ne yaşandıysa yaşandı, dedim kendi kendime. Geçip gitti sonuçta.
Doğruydu fakat bir türlü aklımdan çıkaramıyordum o ilk anki şaşkınlığımı ve bu durum Altay'dan tamamen bağımsızdı. Mert Hakan Yandaş ya da Arda Turan'la falan da karşılıklı tavuk pilav yesem aynı şoku geçirirdim. Bu olayın kilit noktası tavuk pilavdı bence. Ama Altay'la da nasıl denk gelmiştik öyle...
Kafamı, bu düşüncelerden kurtulmak istercesine iki yana salladım. Boş tabağımla bakışırken ne izlediğim videodan bir şey anlamıştım ne de yediğimin farkına varmıştım zaten.
Bulaşıklarımı toplayıp makineye dizdikten sonra banyoya geçip dişlerimi fırçaladım ve hemen ardından odama girip dolabın karşısında dikildim. Hava bugün de inanılmaz soğuk gözükmüyordu ama sabah ayazı diye bir şey vardı maalesef. Özellikle bu aylarda daha da kuvvetliydi o ayaz.
"Hmm," diye mırıldandığım esnada dolabımdaki kıyafetlerde gezdiriyordum gözümü. Yeşil bol pantolon ve beyaz kapüşonsuz sweatshirt bana göz kırpıyordu yazlıklarımın arasından. Onları üzerime geçirip aynanın karşısına geçtim ve kontrol ettim kendimi. Eh, idare ederdi bugünlük.
Evi son kez kontrol edip çantamı da alarak çıktığımda saat 6.39'du. Ortalama 16-17 dakika sürüyordu ofise gitmem. Daha önce hesapladığım için bu konuda rahattım.