Bir mermi, sanıyorum ki sağ kulağımı sıyırıp geçti. Bu normal bir mermi değil. İçi zehirle dolu, insanı içten içe ve yavaşça felç ederek öldüren bir mermi. Saplandığında önce dayanılmayacak bir acı yaşatır, sonraysa hareket edemeyecek kadar yayılana kadar kıvrandırır. Biri sana yardım edene kadar çoktan ölmüş olursun.
Havada toz ve kan kokusu hâkimdi. Sırtım sipere yaslıyken sol göğsümün üstündeki bayrağa bakıp iç geçirdim, ardından düşman cephesine uzaktan bir bakış attım. Çok donanımlıydılar ama kazanmaktan başka şansımız yoktu.
Kardeşlerimden biri "Bomba! Yere yatın çabuk!" diye bağırdığı anda can havliyle koşturup kendimi yere attıysam da zeminin sallanmasından kurtulmak mümkün değildi. Yalnız, sallantının öncesinde bombaya ilerleyen bir beden gördüğümden oldukça eminim. Gözlerimi açtığımda sersemce etrafa bakınmadan öncesinde anladım ki bombaya atılan tanıdık bir yüzdü. Bir saniye sonrasında ise o kişiye ait hiç tanıdık olmayan görüntüler siperin her yanına yayılmıştı. Kan. Daha çok kan. Savaş boyunca üzerimde taşıyacağım bir leke...
İşte ilk ümidin kaybedildiği an. Kardeşimizin paramparça olduğunu gördüğümüz an, o an. Öfkenin bizi ele geçirdiği ve zararla oturduğumuz o an. Aslında savaşı da kaybettiğimiz an.Bu durumda tuttuğumuz gelişmiş silahlara daha çok sarılmaktan elimizden başka ne gelirdi şu an? Şarjörünü değiştirdiğim elektrik çarptıran G-85 model silahı kaldırıp korkusuzca ateş etmeye başladım. Bu aşamadan sonra bize ne olacağının pek de bir önemi yoktu.
"Beyler hadi, yapabiliriz! Elinizden geleni ardınıza koymayın! Bu cephe düşmeyecek. Anlaşıldı mı?"
Hepsi bir ağızdan "Anlaşıldı!" diye cevapladıktan sonra ateş sesleri hızlanmaya başladı. Mermiyle buluşan düşman askerleri tiz bir elektrik sesinden sonra yere yığılıp kalıyordu. Olabildiğince kendimizi korumaya ve onları bölgeden temizlemeye çalışıyorduk.
Yakınımdan atış seslerine karışan bir inilti duydum. Her tarafta vurulan insanların acı dolu bağırışları, komutanların gür sesli emirleri, silah sesleri vardı. Gizlenip etrafımı süzdüm ve ancak o zaman yerde kıvranan yoldaşımı fark ettim. Yüzünü buruşturmuş, çaresiz gözlerle yardım istiyordu. İkimiz de yaşanacak olan gerçekten kaçamayacağımızı biliyorduk. Tesellide bulunur gibi başını kucağıma alıp yarasına baskı yaptım. "Yine, yeniden, kardeşim." Fısıldar gibi söylediğim bu sözlerle birlikte zihnimde bir şeyin tetiklendiğini hissettim.
Yine, yeniden. Bir sonraki seferde; yine, yeniden.
Hareket edemedi, gözlerini kapatamadı. Tek kelime bile söyleyemedi. Yalnızca ıstırap içinde bu evrenden yok olup gitti.
Birisi beynimde tam olarak anlayamadığım cümleler söyledi. İç sesim değildi bu konuşan, insanların iç sesleri ellerinden alınmıştı. Kafamı sağa sola çevirip kimin seslendiğini anlamaya çalıştım ama herkes savaşmaya devam ediyordu. Peki, bu ses nereden geliyordu?Ayağa kalktıktan sonra gözlerimi kapatıp açtım. Üzerimde taşıdığım cephaneler ağır gelmeye başlamıştı. Elimdeki soğuk metali güç almak ister gibi sıktım. Nişangâhı bir düşman askerinin omzuna sabitlediğimde tek yapmam gereken nefes alıp tetiğe basmaktı. Sanki bir güç bunu yapmamı engelliyordu. O güce boyun eğip silahımı indirdim ve beklemeye başladım. Zehirli mermi ansızın göğsüme saplandığında zaten bunun olacağını biliyordum.
Kaçış. Kurtuluş. Özgürlük.
Zehir tüm vücuduma yayılırken düşüncelerimi durduramadım: Acıyor diye haykırmak istiyorum ama dilime pranga vurmuşlar. Kalkıp devam etmek istiyorum ama elimi ayağımı zincire vurmuşlar. Nefes almak istiyorum, soluk borumu söküp atmışlar. En azından bırakın öleyim diyorum, onu bile elimden almışlar.