Parlak güneşten ve açık gökyüzünden nefret ediyorum çünkü bana umut veriyor. Sanırım, asıl nefret ettiğim, umut. Bu dünya üzerinde küçük benim yapmak istediğim her şeyi yapmış, hepsinde iyi noktalara gelmeye başarmıştım. İyi bir lise, üniversite ve hayalimdeki iş. Ama en son ne zaman tamamen herhangi bir şey hissettiğimi hatırlamıyorum bile. Doğrusu, hayatımda, yaptığım her işte mükemmel olmaya çalışmak dışında hiçbir şey yapmadım. Şimdi de yapabileceğim daha başka hiçbir şey kalmadı ve şimdi neden hala devam ediyor olduğumu sürekli ama sürekli sorguluyorum.
Perdelerimin yarısı aralıktı ve beni bu düşüncelere tekrar tekrar iten masmavi gökyüzünde ufak bulutlar geziniyordu. Saat yedi, en geç sekizdi çünkü güneşin yüzünü göstermesi çok tazeydi ve sabah kuşlarının sesini açık camımdan duyabiliyordum. Aslında uyanmam gereken alarma daha iki ya da üç saatim vardı ama beynim yine erkenden uyanmamı ve kişisel işkencemi bana erkenden yaşatmayı uygun görmüştü belli ki. Havanın muhtemelen şimdiden 20 dereceyi görmüş olduğunu biliyordum ama herhangi bir şeye sarılmadan kendimi güvende hissedemiyordum – ve bundan deli gibi nefret ediyordum. Hayatım boyunca kimseye sarılıp uyumamıştım, ne küçükken ailemle, ne sevgililerimle ama bu alışkanlık yaşım ilerlese de sanki beni takip ediyordu.
Terliklerimi giyip bir gece önce komodinimin üzerine yerleştirdiğim şeylerin hala orada olup olmadığını kontrol ettikten – eski bir alışkanlık – sonra soğuk suyla bir nebze de olsa ayılabilmek için lavaboya gitmeye karar vererek kapıyı açtım ama arkamda duyduğum ufak pati sesleriyle arkama döndüm, Avusturalya çoban köpeği olan evcil hayvanım Connor iri, buz mavisi gözleriyle beni takip ediyordu. "Günaydın bebeğim," dedim bir öpücük vermek için ona eğilirken. "Bugün işim geç başlayacak, gitmeden yürüyüşe çıkmak ister misin?" Kuyruğunu şiddetle sallarken havladı, gülerek kulaklarından ellerimi çektim ve beni beklemek için salona geri dönmesini bir an için durup izledim. Connor, babamın ve annemin bana on beşinci yaş doğum günü hediyesiydi ve evden, onların yanından ayrılırken onu evime götürebilmek için dairemdeki her şeyi önceden ayarlamış, her şeyi düşünmüştüm. Connor benim kendimden bile sevdiğim, yaşamak için bir parça da olsa bana sebep veren tek şeydi. Onu daha fazla bekletmemek için ellerimi lavaboda yıkadım ve dişlerimi fırçaladım, başımı kaldırdığımda mor göz altları, darmadağınık sarı saçları ve bembeyaz yüzüyle bana bakan kızdan hiç hoşlanmamıştım. Bir avuç suyu daha yüzüme çarptıktan sonra hafifçe yanaklarıma vurdum ve kurulama zahmetine bile girmeden lavabodan çıktım. Hazırlanmam kısa sürmüştü, rüzgarın sayfalarını hafifçe havalandırdığı ansiklopedilerimin arasına birkaç kalem sıkıştırıp kapattıktan sonra ilaçlarımı yuttum ve hiç ses gelmeyen kulaklıklarımla köpeğimin tasmasını hazırlayıp evin kapısını açtım.
Şehir yeni yeni uyanıyordu, çevredeki dükkanlar açılmaya hazırlanıyordu ama Connor'ın en sevdiği park henüz hala uyuyor gibiydi, köşelerdeki yerlerinde yatan kedi ve köpekler onlara hevesle havlayanın kim olduğuna bakmak için başlarını kaldırıyor, bazı köpekler de Connor'la oynamak için uykularından hemen uyanıyorlar ve ben onlara mama verene kadar etrafta koşturuyorlardı, bankları es geçip peşlerinden ufak bir yürüyüş yapmaya karar verdim. Mayıs ayındaydık ama her şey neredeyse tamamen renksiz görünüyordu. Ama biliyordum ki, gerçekte, etrafımdaki her şey bir yaz günü olması gerektiği gibi parlak ve ışıl ışıldı; renkleri görüp onlardan bir şey hissedemeyen, bu yüzden solgun olduklarını düşünen bendim.
Köpeğimi eve döndürebildiğimde ikimize de hızlı bir duş aldırdım ve saçlarımı bir havluyla sarıp kendimi çalışma masama bıraktım, midem herhangi bir şey için kıvranıyordu ve ona istediğini vermek için akşamdan hazır edip dolaba yerleştirdiğim sandviçten bir ısırık alırken gözlüklerimi takarak bir önceki gün uykumun esiri olarak yarım bıraktığım kitabımı okumak için arkama yaslandım, yaklaşık yarım saatim vardı. Telefonum çalana kadar. Kitabı açık şekilde masaya yüzüstü bıraktım ve telefonun gürültüsüyle yüzümü hafifçe buruşturarak aramanın sahibine baktım, eski dostum ve yarı-menajerim Caitlyn'di. "Günaydın Ash!" Neşeli sesine neredeyse yok gibi bir şekilde "Günaydın Caitlyn," diye mırıldanarak yanıt verdim. Beni çoğunlukla aramazdı, üniversiteden beri arkadaştık ve ben işime başladığımda bana sahneler, tiyatrolar ayarlamak için çok çalışmış, sonrası gelince işlerin çoğunu bana bırakmıştı. Buna minnettardım çünkü yirmi üçüne girecek yetişkin birisi olarak Pamuk Prensesin bale gösterisini yapma düşüncesi korkunç geliyordu.
"Bugün provalarının on buçukta başladığını biliyorum ama," diyerek beni düşüncelerimden uzaklaştırdığında sesi bu defa kulağa biraz gergin geliyordu. "Aslında erken gelsen çok daha iyi olacak." Kaşlarım çatılırken "Bir sorun mu var?" dedim bir yandan dolabımdan kıyafetlerimi çıkarmak için ilerleyerek. "Bir sonraki solo bale gösterisi vardı ya," dedi. "Onu iptal etmişler." Durdum, bu her zaman olabilen bir şeydi ve defalarca yaşamıştık. O halde neden bu kadar gergindi? Aklımdaki soruyu ona yönelttiğimde "Şey," dedi. "Gary'le konuştum. Senin... Ehm... Emekli olmanı öneriyor." Kaşlarım istemsizce havalanırken "Anlayamadım?" dedim. "Neredeyse çocukluğundan beri sahnedesin ve senin büyüdükçe bale için daha da uyumsuz hale geldiğini öne sürüyorlar." Alayla burnumdan çıkan sese engel olamazken "Onlar mı?" dedim. "Bale hakkında son yirmi yıldır bildiği tek şey eleştirmek olan bir adamın bana önerdiği şeye uyacağımı düşünüyor olması bile komik." Hafifçe boğazını temizlediğini duydum, bu sırada yarım bardak suyla birlikte ağzıma attığım ağrı kesiciyi mideme yollamıştım. "Bunu tek düşünen Gary değil, Ash," dedi. Nefesimi yavaşça bırakırken midemdeki burkulmadan da, hayatımdan da, kendimden de nefret ettim. "Anladım." Dudaklarımdan çıkan, çıkabilen tek kelime buydu. "Ash..." Sesindeki acıma tonu kafamı toplamama bir nebze de olsa yardımcı olurken "Düşüneceğim," dedim; cevaba çoktan karar verilmiş olsa da. "Gelmemi ister misin?" Olumsuz yanıtımın ardından çok fazla beklemeden telefonu kapattım ve sinirimin vücudumu hayal kırıklığımla birlikte sardığını hissettim. Kilo aldığımı biliyordum, ruh halimin beni yiyip bitirmesinin de farkındaydım ama kariyerimi bırakmak? Gözlerimin yandığını hissederken tırnaklarımı avuçlarıma geçirdim, ne yapabileceğimi, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Bilmek istiyor muydum bunu bile bilmiyordum artık.
Gitmem gereken bir yer, yetişmem gereken bir prova ve kovalamam gereken yeni resitaller yoktu. Köpeğim küçük yatağına kıvrılmış, yürüyüş sonrası tatlı şekerlemesini yapıyordu. Güneş havadaydı, ama benim için değil. Ben de en iyi yapabileceğim şeyi yaptım.
Kulüp hafta içi olmasına rağmen neredeyse tamamen doluydu ancak bu beni geri çevirmeyecek, fikrimi değiştirmeyecek bir etmendi. En yakın arkadaşımı mesailerinden sonra içmeye gitmeye zor ikna etmiştim, şimdi ise ince askılı siyah elbisemin içinde etrafı izlerken yoğun ter ve kalitesiz alkol kokusu bile beni evime yollayamazdı. Kafamın içinde bir beynin bile olduğunu unutmam gerekiyordu, bu yüzden arkadaşlarımı bara sürükledim ve onların kendileri için söylediği şeylere ayak uydurmaya çalıştım. Üçümüz arasından içki konusunda en güçlü olan ben değildim belki ama Delilah'tan dayanıklıydım çünkü ikinci bardak martinisinden sonra dağılmaya başlamıştı bile. Barmenin elinden zorla aldığım bira şişesinin son yudumunu da dudaklarıma dayadıktan sonra "Dans edeceğim," dedim sakinlik içinde etrafı izleyen Viola'ya. Başını sallasa da bakışlarında hafif bir endişe vardı, bir şey söylemeden onlardan ayrılırken kendimi kalabalığın içinde buldum. Bedenim diğer insanlara çarpıyordu, kimse birbirini umursamıyor gibi görünüyordu. Birinin elini belimde hissettim, dans edeceğimi düşünürken ise kendimi boşluğa çekilmiş halde bulmuştum. Karşımdaki bir kadındı. Muhtemelen benim yaşlarımdaydı ve... Ah, Tanrım.
"Ne yaptığını sanıyorsun sen?" Dilimin konuştukça sürçtüğünü hissedebiliyordum, kollarımı sıkıca tutarak beni kurtarana kadar yalpaladığımın bile farkında değildim. "Seni yapmak istemeyeceğin şeylerden kurtarıyorum." Parmağımı göğsüne bastırarak "Sen ne bilirsin," dedim dişlerimi sıkarak. "Saçma sapan konuşma," dedi gözlerini devirerek. "Arkadaşların falan yok mu? Neredeler?" Gözleri sanki görse de onları tanıyabilecek gibi etrafta geziniyordu, dudağımdan ufak bir kıkırdama çıkarken koyu kahve gözlerini tekrar bana çevirdi. "Komik olan ne?" Gözlerimi onda gezdirmeme engel olamadım; pek uzun değildi ama benim başım onun göğsüne denk geliyordu, kırmızı bir elbise giymişti ve kıvırcık kısa saçlarının bir kısmını arkadan toplayarak önden iki tutamını salık bırakmıştı. "Hayatımda gördüğüm," dedim kelimeleri sonunda toparlayabildiğimde. "En seksi insansın." Gözleri bir an irileşirken kendini hemen toparladı ve elini belime yerleştirdi – ki bu çok, çok tehlikeli bir hareketti. "Ve sen de fazlasıyla sarhoşsun," dedi. "Hadi seni evine götürelim ufaklık." Duyduğum şeyle sinirle ona dönerken vücutlarımız birbirine adeta yapışmıştı. "Ufaklık mı? Ufaklık mı?! Senin için böyle mi görünüyorum? Benim kocaman, ama kocaman göğüslerim var! Ve- ve- kocaman kalçalarım!" Gözlerimi tekrar yüzüne çıkardığımda bakışlarını gezdirdiği noktaları fark ederek "Hah!" dedim. "Biliyordum, işte! Benden etkilenmedin mi?!" Tekrar gözlerini gözlerime çevirdi. "Hayır," dedi. "Şimdi gidelim." Ne demişti o? Nefesim sinirle hızlanırken dudaklarına öyle hızlı bir şekilde atıldım ki sırtı duvara çarpmıştı.
Ama birbirimizi nefessiz şekilde öperken bu düşüneceğimiz son şey bile olamamıştı tabii.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Born to Die
RomanceBağımlı, dost, aşık. Ashley yıllardır cinselliğe bağımlıydı ancak ilk birlikteliğini sarhoşken, genç bir kadınla yaşamış ve onu unutamamıştı. Yeni işinde Michelle tekrar karşısına çıkana kadar. Birbirlerinin sırlarını taşırken bir o kadarını da kend...