Koca dağlar sıra sıra dizildiğinde, ardında ki ormandan gelen sesler dağlar arkasında ki kasabayı ürkütürmüş. Küçük kasabanın halkı her gece duyulan bu kulak ağrıtan seslerden ürker ve hep buna bir çare bulmaya çalışırmış ama nafile, o dağların ardına geçmek ölüme kendi ayağınla gitmekten başka bir şey değilmiş.
Gel zaman git zaman, bu böyle gitmiş. O küçük kasaba yapılanmış, kocaman, herkesin gidebilmek için can attığı bir şehir hâline gelmiş. Sayılamayacak insanın yaşadığı bu şehirde hep bir korku varmış ama. Yıllardır eksilmeden gelen bu acı dolu seslerden dolayı şehir halkı korkuyla her gece yataklarına uzanır, evlerinin her bir yanını kilitlerlermiş. Hep böyle gitmiş bu, o sesler her gece duyulmaya devam edilmiş ve hiç kimse nedenini bilememiş. Ne kadar dağların ardına geçilip orman araştırılsa da tek bir şüphe çeken bir şey bile bulunmamış ve yine de o sesler her gece gelmeye devam etmiş. Bazıları kendi kendilerine kurdukları hikayeleri olanmış gibi anlatır ve halkın dilinde dolanmasına sebep olurmuş.
Uzun yılların ardından devam eden bu sesler bir gece ansızın dağların ardından gelen, 7 semayı inleten, ölümü andıran bir çığlıkla durabilmiş ve bir daha da o sesleri ne duyan olmuş, ne de o ölüm çığlığının sebebini bilen olmuş. Bu seslerde ileri nesillerin yavrularına efsane olarak kalmış.
O uzun yılların ardından o koca dağların ardına bir malikane inşaa edilmiş. Bu malikane o kadar büyükmüş ki, karşılarında ki dağların tepeleri görünürmüş. Bu malikaneye sarı saçlı küçük bir peri kızı ile onun kendi tabirince okyanus gözlü annesi yerleşmiş. Sarı saçlı küçük peri kızının söylemiyle güçlü babası, kızına verdiği sözlerle yerleştirdiği ailesinin ardından oradan ayrılarak dağların ardına, herkesin dilinde olan o şehire gitmiş. Ama küçük peri kızı çok mutsuzmuş, yalnız başına, onunla oyun oynamayan annesiyle burada kalmak onu çok sıkıyormuş. Hep dışarı çıkmak istemiş ama ne o dışarıda ki siyah giyimli adamlar izin vermiş, ne de onun o güçlü babası çıkmasına müsamaha göstermiş. O peri kızı, kendi başına, babasının her haftasonu getirdiği tonla oyuncakla odasına tıkılı halde oyuncakları ile oynamış ve arada balkonuna çıkarak olmak istediği dışarıyı seyretmiş. Küçük peri kızı içi gide gide o sıra sıra dağları, yemyeşil ağaçları seyretmiş ve hiç bir şey yapamadan geri oyuncaklarını oynamaya dönmüş.
Sarı saçlı küçük peri kızı biraz büyüdüğünde -yaklaşık 10 yaşına bastığında- bir akşam beklemediği bir anda odasına bir çocuk girivermiş. Peri kızı öyle korkmuş, öyle korkmuş ki ağlamaya başlamış aniden. Çocuk ne yapacağını bilemeyip onunla oyun oynamaya geldiğini söylediğinde peri kızı o çocuğun Tanrının gönderdiği bir melek olduğunu düşünmüş ve o kadar sevinmiş ki, o ağlamaklı yüzünde aniden güller açmış, gözlerinde yıldızlar parıldamış. Çocuk, ilk defa gördüğü bu kız ile saatlerce gecelere kadar oyun oynamış ve kıza gitmeden önce her akşam belli bir saatte geleceğine, onunla gecelere kadar oyun oynayacağına dair söz vermiş. Gitmeden peri kızından da kendisine bir söz vermesini istemiş ama; demiş ki, beni gördüğünü veya benim odana girdiğimi asla birine söylemeyeceksin, bu ikimizin arasında çocuk sırrı olarak kalacak. Sarı saçlı peri kızı memnuniyetle kabul etmiş ve söz verdiği gibi her gece onunla oyun oynamaya gelen o çocuğu ne okyanus gözlü annesine söylemiş, ne de güçlü mü güçlü babasına bahsetmiş. O çocuk, ikisinin arasında çocuk sırrı olarak kalıp gitmiş. Fakat o çocuk ne peri kızına adını söylemiş, ne de bu kimsenin aklının ermediği yerde işi olduğu konusunda konuşmuş. Peri kızı meraktan ölse bile kendisi ile her akşam oyun oynayan çocuğu sorularıyla boğmamış ve birlikte her akşam oyun oynamışlar, gülüp eğlenmişler.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Feu Qui Brûle Dans L'océan , Eunrosé + Jirosé
FanfictionŞimdi izin ver, okyanusunun içinde kaybolan o ateşin olayım. Beni serin sularında yok ederken sen, dalgalarının içinde ateşimi yaşatmaya çalışayım. Ve sen beni nefretinle yok ederken ben, aşkımın ateşiyle kendimi senin nefretine karşı savaşırken bul...