1. The Beginning

17 5 9
                                    

Kuşlar cıvıldaşıyorlardı yine, sabahın ilk sularında her zaman güzel seslerini duyardım. Dünyamızda tek normal şeyler kuşlar olabilirdi herhalde, onlara tutunarak yaşıyordum ne de olsa... Eski yaşamımı özlüyorum.. Aslında, dürüst olmak gerekirse tam olarak hatırlamıyordum.

Her gün uyandığımda balkonuma çıkar Gölgeler Vadisinin güzelliğine bakardım. Aklıma, geçmiş hayatımdan sahneler getirip anılarımı kaybetmemek için düşlerimi kurcalardım.

Nasıl oldu bunlar, neden bunları yaşıyorum, birisi beni mi cezalandırıyor diyerek kafayı yiyordum her gün.

Bir de sorumluluklarım vardı. Koca bir krallığı yönetmek gibi... Gölgeler Vadisinin en büyük yapısı Gölgeler Krallığını yönetiyordum. Tamam... Tek başıma değildim, bir babam ve bir abim vardı. Fakat babam, annemin ölümünden sonra resmen kafayı yemişti. Sadece önemsiz işlere kafayı yoruyor, gerisini bana bırakıyordu. Abim mi? Abim... Tamamen her şeyden bi' haber... Asla ciddi bir insan olmamakla birlikte kafası sadece kızlardaydı, Prens olduğu için her gün barlara gider oradaki kızlarla eğlenirdi. E kızlar da "Bir Prensle takılıyoruz Aman Tanrım!" diyip mutlu oluyordu zavallılar.

Aşk diye bir şey yoktu bu dünyada hepsi bir çıkar ilişkisiydi. Babam gelenekleri kırıp aşık olduğu kadınla evlenmişti, fakat bu aşkın sonu her zamanki gibi kötü bitmişti. Diğer yaratıkların Vadimize saldırmalarıyla annem ölmüştü, o zamandan beri bu iki Krallık birbirine düşmanlardı. Diğer Krallık yani Anemon Krallığı neden bize saldırmışlardı gerçekten bilmiyorduk, onlar sadece güçün peşindelerdi... Bizim isteğimiz ise sadece barış ve huzur...

Ha bu arada neden Anemon Krallığı diye sorarsanız nedeni şu, Krallığın ismi Anemone adından gelen bir dağ lalesinden geliyor. Bu çiçeğin sihirli bir gücü olduğunu ve her bir hastalığa iyi geldiği söyleniyor. Fakat bu çiçek bizim topraklarımızda yetişmiyor... Yani iyileştirme gücü var mı yok mu, tam net değiliz...

                              ~ 🌕🌑~

Ben yine hayal dünyamda kaybolmuşken kapım çaldı ve neşeli gülüşü ile tek gerçek dostum ve savaşçım Felix içeri girdi.
  "Selam, Prenses. Ah hadi ama çık artık şu balkondan her sabah aptal kuşların ciyaklamasından bıkmadın mı?"
Kolumdan çekiştirip beni balkondan çıkardı ve beni yatağı ittirdi ,fırlattı.
Ben neye uğradığımı şaşırırken o belinden çıkardığı silaha bakıp gülümsüyordu.
  "Sen iste hepsini tekte vururum, ne dersin?"
Sinirle gülerek ayağa kalktım. Elinden silahı alıp Felix'in göğsüne tuttum. Ciddi surat ifademe bürünüp onu tehdit ettim.
  "Eğer bir kez daha beni çöp çuvalı gibi fırlatırsan ve kuşlarıma hakaret edersen, yerin bu Saray değil de hemen arka taraftaki mezarlık olacak ona göre."

Felix sessiz ve pişman bir şekilde bana bakıyordu. Başını eğip daha sonra tek dizinin üstüne çöktü.
  "Affedin Prensesim. Büyük bir kabahat işledim, beni bağışlamanız için canımı ortaya koyuyorum. Öleceksem sizin elinizden olsun müstakbel Kraliçem."

Açıkçası ciddiye almasına şaşırmıştım, çünkü her zaman her şeyi şakaya vuran bir tipti Felix.

Pişman olma sırası bendeydi artık. Hafifçe eğilip çenesinden tutup kaldırdım. Sarı saçları özenle taranmış arkaya doğru atılmıştı, mavi gözleri ise af dileyerek parlıyordu. Yüzündeki güzel çilleri ise büyüleyiciydi sanki Anemon Krallığına ait gibiydi.

  "Hey hey... Sadece şaka yapıyordum kalk ayağa."
Ayağa kalktığına ona sıkıca sarılmıştım, kokusu adeta denizin tuzlu kokusu gibiydi. "Yine de dediklerimi de dikkate al Bay Yakışıklı Şövalye."

Gülüp saçlarımı karıştırdığında eline vurdum. Gülümsemesi yüzünden silinip derin bir nefes aldı.
  "Son zamanlarda çok fazla alıngan olmaya başladın sanki?" Yarım ağız gülümseyip elimden tuttu.
  "Hayır hayır ondan değil, baban seni çağırıyor. Ah, yani Kral. Önemli." Cevabımı beklemeden yavaşça elimi öpüp geri geri giderek odamdan çıktı.
Ardından hizmetçiler gelip giyinmeme yardım ettiler. Turuncu saçlarıma uygun olacak yeşil tüllü elbisemi giyip, saçlarımı da dalgalı bırakıp tacımı taktılar. Araya da yaprak motifli saç aksesuarım ve takılarım ile artık görüşmeye hazırdım.

                            ~ 🌕🌑~

  Derin bir nefes alıp askerlere kafa hareketimi verdim. Kapılar açıldığında gözlerim kamaşmıştı. Babam her zaman parlak şeyleri severdi. Yavaşça yürüyerek salonun ortasına geldim. Babam parlak tahtında oturup bana yukardan bakıyordu. Yanında duran askeri de ilk defa görüyordum. Keskin yüz hatları ile oldukça çekici duruyordu. Esmer dağınık saçları ile de çekiciliğine şirin yaramaz çocuğu havası katıyordu. Fakat bana olan bakışı çok rahatsız ediciydi. O beni baştan aşağı süzerken, odağımı babama vermek zorunda kaldım.

  "O işe yaramaz Andrew nerede?" Sinirli bakışlarıyla beni resmen yere gömüyordu. Aklaşmış saçları ile kırışmış yüz hatları onu daha da bir ciddi hale sokuyordu. Aniden bağırdı. "NEREDE DEDİM!!"

Yerimden sıçrayıp hayatım boyunca tek korktuğum kişiye kekeleyerek cevap verdim.
  "Y-yine bir meyhanede sızıp kalmıştır." Tedirginlikten tırnak etlerimi soyuyordum. Derinin altından kan toplanmaya başlamıştı.

Artık sinirlenmemişti bile, oğlunun ne halde olduğunu en iyi o biliyordu.
  "Ben öldükten sonra tahta onun geçeceğini biliyorsun değil mi? Onu acilinden toparlaman lazım aksi takdirde Krallığımız yıkılacak." Tam cevap verecektim ki sözümü kesti.  "Sen tahta geçemezsin Ashley. Biliyorsun ki kadınsın ve Andrew senden büyük. O yüzden boşa hayaller kurma."

  Ne kadar bunu iyi bilsem de hep bir umut vardı içimde, tahta geçmek ve bu ülkeyi resmî bir şekilde yönetmeyi istiyordum. Şuankinden bir farkım olmayacaktı belki, fakat en azından tüm yetki bende olacaktı. Fakat benim tahta geçmem için yine bir çıkar ilişkisi yapmam gerekiyordu, evlenmek. Tanrım, anlamıyorum. Neden bu dünyada da eski gelenekler devam ediyor?? Eski hatırladığım dünyada da kadınların pek bir söz hakkı yoktu ve zorla evlendiriliyorlardı. Belki beni de evlendirmişlerdir, o kadarını hatırlayamıyordum...

"Anladım."

Tekrar bağırdı. "ANLAMA! Yap! O abini hemen buraya getiriyorsun ve onu adam ediyorsun. Eğer yapmazsan sonuçlarına sen katlanırsın." Son sözleri söylerken yanındaki adama bakıp gülümsemiş olması gözümden kaçmamıştı.

Resmen beni birisinin önünde azarlıyordu... Ve bunu zevkle yapıyordu.

Neyse ki adamın bana olan bakışları yumuşamıştı, merhamet ediyordu belki de?

Bir anda kapının açılmasıyla Kral Edward'ın sözü kesildi. Arkamı döndüğümde karşılaştığım manzara tam bir mahvoluş manzarasıydı.

Andrew sarhoş, çapkın bir şekilde gülümsüyordu. O içeri girince bütün bira kokusu burnumuza dolmuştu. Kumral saçları dağılmıştı ve kollarının altında hiç iç açıcı bir görüntü yaratmayacak bir şekilde giyinmiş kadınlar vardı.
Yeşil gözleri bayık bayık bakarken sordu.
"Biri beni mi çağırdı?"

   Evet evet, tam olarak seni çağırmıştık Bay Sarhoş Prens... Evet...

⭐⭐⭐
     ⬇️

𝐆ö𝐥𝐠𝐞𝐥𝐞𝐫 𝐕𝐚𝐝𝐢𝐬𝐢 //𝐕𝐚𝐥𝐥𝐞𝐲 𝐎𝐟 𝐒𝐡𝐚𝐝𝐨𝐰𝐬Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin