" Oğlum gitmemiz lazım. Gel artık hadi. " Hafifçe yükselen sesiyle oğluna bakan anne ellerini ona uzatmış yanına gelmesini bekliyordu diğer anneler gibi.
Sis bastırmak üzereydi. Tören için tüm hazırlıklar yapılmış , herkes toplanmıştı. Gitmeleri gerekiyordu artık. Okyanus kendisini gizlemeye başlamış , doğa uyanmıştı. Rüzgara kapılan kiraz çiçekleri dillere destan bir görüntü yaratıyordu. Başlamıştı.
Herkes ellerine örme sepetlerini , bezden çantalarını alarak yola koyuluyordu. Eteklerinde köylerini ağırlayan dağın arkasına doğru ilerlemeye başlamışlardı. Her yirmi yedi yılda bir gerçekleşen bu olay her seferinde bambaşka bir güzelliği gözler önüne seriyordu. Mucize gibiydi ama gerçekti. Ve eskilerin de dediği gibi mucizelerin gerçekleşmesi için küçük bir dokunuş bile yeterdi.
Yüzyıllar öncesinden beri süregelen bu gelenek hiç bozulmadan devam ediyordu. Birçok insan buraya gelerek okyanusla selamlaşıyor , geleneğin devam etmesini sağlıyordu. Oğluysa yeni edindiği arkadaşlarından ayrıldığı için hemen oflamaya başlamış , içinde bulunduğu zamanın değerini henüz kavrayamamıştı.
" Hala daha neden oraya gittiğimizi anlamıyorum. Ne kadar güzel oyun oynuyorduk. " Diyerek surat asmasıyla yüzünde içten bir gülümseme oluştu kadının.
" Çünkü birazdan çok önemli bir şeyi görebiliriz. İnan bana bunu kaçırmak istemezsin. " Demişti hafiften kısıp gizemli bir hava katmaya çalıştığı sesiyle. İşe yaramış olmalıydı ki oğlu gözlerini irice açmış " Neymiş o? " diye sormuştu hemen.
" Okyanusta dans eden ruhlar. " Demişti hemen yüzündeki naif gülümseme ile. Sadece bahsinin geçmesi bile içini ısıtıyor , ruhunu bambaşka hislere bürüyordu. " Ne! Nasıl yani? "
" Okyanusta dans eden iki aşık onlar. Ah! Hikayeleri çok çok eskiye dayandığı için bazıları bunun bir uydurma olduğunu düşünse de gerçekliğinden bugüne kadar hiç şüphe duymadım. Bundan çok çok uzun zaman önce krallığımızın temellerini oluşturan üç ülke vardı küçüğüm. Bunlar Nister , Averya ve Yisih'ti. Hepsi de aynı ulustan oluşuyordu ama birbirlerinden çok farklıydı bu krallıklar. Nister aralarında en huzur dolu olandı. Sakinlik , huzur hakimdi topraklarında. Sanatın ve ticaretin başkentiydi. Her bir caddesi farklı renge sahip bir ülkeydi burası. Averya'da ise tamamen sessizlik hakimdi. İnsanlar yaşamdan o kadar uzaktı ki bir renge , bir hise ya da bir müziğe sahip değildiler. Yisih ise aralarında en gürültücü olandı. Savaş hakim olurdu sürekli topraklarına. Huzurun ne olduğunu bilmezler , barıştan bir haber yaşarlardı ama yine de bundan asla şikayetçi olmazlardı. "
"Birgün krallıklar arasında büyük bir savaş çıktı. Nedenini kimse bilmese de herkes savaşın içine girmişti bile. İçlerindeki haset ve nefret bir sebebe ihtiyaç duymayacak kadar fazlaydı. Bu yüzden de sürekli olan küçük çaplı kavgaları en sonunda bir savaşa dönüştü. Verilen kayıplar ya da yaşanan yıkım çok değildi. Ama etkisi büyüktü. Kendi kanına kendi canına sırtını döndü herkes. ' Kendi toprağından olmayan herkes haindi ve öldürülmesi gerekirdi. ' herkes böyle düşünüyordu. Doğruluğu ya da yanlışlığı bir kez bile sorgulanmadı. Akan kanlar merhametten geriye kalan bir leş gibiydi. Savaşın üzerinden yıllar geçmesine rağmen kimse bu düşünceleri değiştiremedi. Çünkü insan olmak biraz da böyleydi. Karanlık olmadan ışığın değerini kimse bilemezdi. Bu yüzdendir ki nefret sadece bu üç ülkeyi değil nesilleri bile ele geçirdi. Ailelerden çocuklarına ve onların da çocuklarına miras kalan şey bir ev değil de bir nefretti. Sebebi dahi bilinmeyen bir savaş için barışı ne sağlayabilirdi ki? "
" Ta ki onlar ortaya çıkana dek. Prenses Beverly ve Prens Aland. "
" Prens Aland Nister'de yaşıyormuş söylenenlere göre , Prenses Beverly ise Averya'da. İkisinin de birçok özelliği aynı ve birçok özelliği de farklıymış ama en büyük ortak noktaları şüphesiz ki bir kraliyet üyesine yakışmayacak şekilde aykırı olmalarıymış. Ama bu aykırılık bir isyandan kaynaklı değilmiş. Çünkü onlar insan olmanın ne demek olduğunu çok iyi bilirmiş. "