kör bir kuş bile ümitsiz yaşayamaz, acılar sürekli olamaz.

260 38 83
                                    

Zaman bir yanılsama, hevesler tükenmiş, düşünceler sürgün edilmiş.
Deniz dalgalı köpürür köpürür, umutlar gri, yarınlar yaşama elverişini bitirmiş.
Martılar hüzünlü çığlıklara boğuyor şehri, insanlar tükenmiş.

21 Ekim, 1928
(Painswick Kilisesi.)

Johann Sebastian Bach beni korkuturdu.

Altı yaşında elimde bir bavulla bu okulun yurduna bırakılmamın ardından 102. dönemin başlangıcı için kilisede titreyerek dinlediğim ilk parça onun olduğu için olabilirdi. Ya da siması küçükken beni korkunç bakışlarıyla korkutan çiftçinin o ketum, mendebur ifadesini hatırlattığı için de olabilirdi. İşin aslı Almanları pek sevmezdim, bir başka neden de bu olabilirdi.

Yine de hangi sebeple olursa olsun, o ve onun parçalarını çalmak bir kenara; duymak dahi tüylerimi ürpertirdi. Toccata & Fugue in D Minor parçasını her duyuşumda içim titrerdi, karanlık bir vadiye kimsesiz atılmış hissederdim, göğsüm sıkışır, gözlerim dolardı. Bir köşeye kaçıp çömelmek ve dizlerimi karnıma çekip başımı saklamak isterdim. Sanki beni sıkıca sarmalamış belirsizliğin, kendini hissettiren kimsesizliğin bir bedene bürünmüş hâliydi; onu dinlemek o koskoca bedenin karşıma dikilip beni ufaltmasıydı.

Ta ki bu vakte kadar.

Şimdi, on iki yıl öğrencilik, dört yıl öğretmenlik yaptığım Painswick'in kilisesindeki banklarda oturup birkaç metre ötemdeki piyanoya bakarken Sebastian Bach çalmak için anlamsız bir tutkuyla çırpınıyordu içim. Avuç içlerim karıncalanıyor, onu çalma düşüncesi aklıma tüm gücüyle tutunmuş gitmiyordu.

Nedenini bilemiyordum, bu isteğin altında yatan şeyi çözemiyordum.

Sanırım savaş başladığından beridir öyle fazla şeyden korkmaya başlamıştım ki, bunca korku içimi çürütmeye, beni bir yumruk gibi ezmeye başlamıştı.

Bir an olsun duymaktan kaçınamadığım uçak seslerinden korkuyordum, her duyduğumda tanımadığım insanlara acıdığım patlama seslerinden korkuyordum. Savaş dışında, ölen askerler ve siviller dışında hiçbir başlık barındırmayan gazetelerden korkuyordum, gerçekliği iyice yitirmekten korktuğumdan; kitaplardan korkuyordum.

En çok gecelerden korkuyordum.

Her gece farklı bir öğrencinin çığlığıyla farklı bir odaya koştuğum, zar zor alabildiği nefesler arasında kabusunu anlatışını dinlediğim gecelerden korkuyordum. Onları sakinleştirmeye çalıştığım, arkadaşlarını geri yatmaları için tembihleyip gözyaşlarını sildiğim, dualarını okutup ve öyle yatırdığım gecelerden korkuyordum. Bir gün yedi yaşındaki çocuklardan daha içli, daha darmaduman ağlamaktan korkuyordum.

Oturduğum yerden kalkmadan önce piyanoya son bir bakış attım ve kapıya yöneldim. İçimden birkaç dua daha geçirmeye devam ediyordum.

Birkaç adımım kala kilisenin ahşap kapısı yüksek sesli bir gıcırtıyla açıldı, içeri var gücüyle esen rüzgâr kapının açılışından birkaç saniye sonra vücuduma bir dalga gibi çarptı ve ben kapıdan içeri hızla giren bedene çarpmamak için telaşla birkaç adım geri attım.

Birkaç saniye ayakkabılarıma bakıp bedenime vuran soğukluğun geçmesini bekledikten sonra bakışlarımı kaldırdım ve daha bu sabah tanıştığım kişinin gözleriyle karşılaşmak yeniden bir rüzgâr soğukluğu değdirdiği içime. Bir öfke, biraz hüzün, biraz da nefretle karışarak bana çarptı.

Birkaç saniye hiçbir şey söylemedi, ben de söylemedim.

Neden buraya geldiğini bilmiyordum ama Painswick'in en sevdiğim yerinde onu görmek bana pek iyi gelmemişti, onu biliyordum.

russian roulette, hyunhoHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin