ARA GÜLER - AKŞAMÜSTÜ KANDİLLİ'DEN KALKAN BİR BOĞAZİÇİ VAPURU (1965)
Bu öykü, Ara Güler'in "Akşamüstü Kandilli'den Kalkan Bir Boğaziçi Vapuru" isimli fotoğrafının ilhamını taşıyarak tarafımca kaleme alındı.
KENDİNİ MESİH SANAN DELİ
Sırtım Boğaz'a dönük tahta sandalyeye, tükenmesine ramak kalmış kurşun kalemim ise orta parmağımdaki nasıra yaslıydı. Hava kararıyordu. Rüzgâr esiyor, dalgalar sakince kıyıya çarpıyor ve vapurlar geçiyordu. Denizin üstünde bile insan gürültüsü vardı. Gözlerime dokunmasınlar kâfi diye geçiriyordum içimden. Gözlerim beyaz sayfadaki kurşun izlerine dalmıştı. Bu beyaz sayfada insanları görmüyordum ama okuyabiliyordum, hatta ben yazıyordum onları. Ne zaman yanımdaki sandalyeye henüz yirmilerinde bir delikanlı oturdu, gözlerim o an sabitlendiği yerden ayrıldı.
Hiç çaba sarf etmeden anladım aklının yerinde olmadığını. Ellerine bakmıştım. Baş parmağı ile diğer dört parmağını sayıyordu hızlı hızlı. Belki de on kez tekrar etmişti aynı şeyi. Tırnaklarını yemişti. Bu yüzden elleri çirkindi. Sonra kara gözlerini kısarak bana baktı, ben de ona baktım. Ne yazdığımı sordu işaret parmağını defterime doğrultarak. Defterimi kapatıp ceketimin arasına yerleştirdim ya da ondan sakladım, bilmiyorum. Yazmaktan tükenmiş kalemimi gösterdim ona ve insanların kaderini yazdığımı söyledim. Önce sustu ve kıyıya vuran dalgaları seyretti. Sonra baş parmağındaki tırnağını kemirerek "Yani tanrısın." dedi. Güldüm. Kafamda kurduğum analoji ile yanıt verdim deli olduğunu bilsem bile. "Yazarlar insanların kaderini yazar, tanrılar da insanların kaderini yazar. Yazarlar insanlar yaratır, tanrılar da insanlar yaratır. O hâlde yazarlar tanrıdır." Bu kez o güldü. Benimle aynı ses tonunda: "Ben de Mesih'im." dedi. "Mesih'ler bu kadar genç olmaz, deli." dedim. Bir kez daha sustu. Bu sefer uzun sürmüştü. "Sen kendini tanrı sanıyorsun, Mesih olduğumu söylediğim zaman da bana deli diyorsun. Ne küstah ve bencilsin sen yazar." Yerinden kalktı ve gidecek gibi oldu. Gitmekten vazgeçti ve sandalyesini alıp yanımdan uzaklaşmadan onu çapraz çevirdi. Tekrardan oturdu. Arkamı dönüp bedenine baktım. Yüzünün tamamını göremiyordum. Yarımdı suratı. Kollarını önünde bağlamış, kaşlarını çatmıştı.
Bakışlarının bana sitem ettiğinden emindim. Gözlerini görebiliyordum. Gözleri karaydı ama yüzü yoktu. Yüzünü yazmamıştım. Yarattığım bana isyan edince tanrının bencilliğine daha çok aklım erdi. Yüzünü görebilmek için defterimi sakladığım ceketimin arasından çıkardım. Evet, defterimi saklamıştım. Yazmaya başladım. Artık sivri bir burnu vardı delinin. Dudaklarını incecik yaptım, sanki ağzını bıçakla kesip de iki parçaya ayırmıştım. Çenesinde jilet izleri vardı, benim de çenemde jilet izleri vardı. Kurşun kalemim tükendi. Daha fazla yazamadım. Şimdi bana küstah ve bencil dediği için hesap soracaktım ona. "Bak yüzüme deli!" dedim. Sağıma döndüm sandalyede kimse yoktu. Arkama baktım, çok insan vardı. Siyah ceketli, kırmızılı ve beyazlı. Sahi, onun ceketi hangi renkti? Ceketinin rengini yazmamıştım. Eksikti o. Onu bulamayacaktım. Hesap soramayacaktım bana bencil dediği için. Saçlarının rengini de bilmiyordum. Saçlarını da unutmuştum. Kalemim tükenmişti artık, yazamazdım. Yalnızca çirkin elleri ve kara gözleri vardı. Herkesin eli ceplerindeydi. Herkes arkasını dönmüştü bana. Sanki deliyi saklıyordu hepsi benden.
Az ilerimdeki balıkçıya seslendim. "Nereye gitti deli, gördün mü?" dedim. "Ne delisi be adam!" diye bağırdı bana. Adını söyleyecek gibi oldum ama adını da yazmamıştım. "Deli işte." dedim. "Biraz önce yanımda oturup benimle konuşan deli." Bana yanımda kimsenin oturmadığını ve benim kendi kendime konuştuğumu söyledi. Galiba balıkçı da deliydi. Kendini Mesih sanan bir deliyi nasıl olur da görmezdi?
Çaresizce nefesimi üfledim dudaklarım arasından. Onu bulamayacaktım artık. Deliyi yazdığım sayfayı koparıp buruşturdum avcumda. Tahta sandalyeden ayırdım sırtımı ve birkaç adım uzaklaştım birbirine sırt çevirmiş iki sandalyeden. Vapurun sesi girdi kulaklarıma. Bir kez daha Boğaz'a döndüm ve akşamüstü Kandilli'den kalkan bir Boğaziçi vapuruna baktım. Vapurda gördüm deliyi. El sallıyordu bana. Saçları da siyahtı gözleri gibi, ceketi de.
Buruşturduğum kağıda baktım. Ne kurşun izleri vardı kağıdın ne de kelimeleri. Siyah beyaz bir fotoğraftan ibaretti. Ben miydim deli yoksa vapurda giden mi?
⭑⭑⭑
Y.N.
Film Tasarımı - Dramaturji final ödevim. Çok yüksek bir not aldırmıştı bana. Bursa - İstanbul feribot seferinde yazmıştım. Akşamdı, deniz karanlık olduğu için seyredememiştim. Yanımda Fransa'da çalışan bir aşçı oturuyordu, ilk ona okutmuştum. Yazarın kurduğu analojiyi 10. sınıfta felsefe dersinde kurmuştum. En çok felsefe dersini severdim. Adımı unutmuştur belki ama muazzam bir felsefe öğretmenim vardı. O da bu yazıyı okusun çok isterdim. Kandilli'ye hiç gitmedim. Ama bu yıl bitmeden bu eseri kısa bir film olarak çekmeyi istiyorum. Belki de yüz defa gidip gelirim. İşte bu yazıya dair hatırladıklarım anca bu kadar.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ruhunda Boğulan İnsanlar
Contoİçinde Yüz Farklı Tanrı Geçen Kısa Hikayelerim. Deliler, Mesihler, faniler ve İlahlar, İşte size ruhunda boğulan insanlar.