Mart 1999, Han Jisung.

448 44 38
                                    

Mart 1999, Han Jisung.


"Aşk bazen tatlıdır, bazense hırçın bir hayvanı dize getirmek kadar çetrefillidir. Fakat aşk, seni istemeyen bir adamın özünü değiştiremez."

Annemin babamdan boşandığı günün akşamı, içinde üç beş yudum kalmış şarabın çalkalandığı şişesini savurarak ve ağız dolusu nefretini kusarak sarf ettiği bu sözleri tam da onunla buluşacağımız akşamda, üçüncü kez arayışım da yanıtsız kalınca bir yemini hatırlar gibi uğuldadı kulaklarımda.

"Aç şunu artık..." diye homurdandım kendi kendime, ayaklarım buluşmak için anlaştığımız sinemanın girişinde dolanıp duruyor ve gözlerim arabaların geçip gittiği kapıyı yokluyorken ayağımın ucunda iteklediğim çakıl taşını ufacık bir tekmeyle savurdum öteye. Kulağıma yaslı telefonda çınlayan sinyal sesi kesilir umuduyla son bir kez, bu sefer ev telefonunu aradım fakat bir türlü onun sesine kavuşamadım.

Bay Lee, çok değil birkaç saat öncesinde evden çıkmak için hazır olduğuna dair kısacık bir mesaj atmış ve sinemaya ulaştığımda onu girişte beklememi söylemişti oysa ki.

Şimdiyse esen cılız rüzgarın soğuğu artık tenime işlemiş ve dudaklarım buz kesmişken bekliyordum onu, seçtiği filmin saati neredeyse gelmişti. Kış güneşinden arta kalan hava çöken akşamın serinliğiyle ağırlaşmıştı çabucak ve binaların, yabancı insanların, reklam panolarının doldurduğu kalabalık caddede bir başıma dikiliyordum öylece.

Onu beklemeye devam etmek artık aptalca geliyordu, beni çabucak esiri eden saçma sapan düşüncelerimde gelmeyeceğine dair ufacık bir şüphe sızmış büyüyordu ve buz kesmiş ellerimin sancıdığı hissiyle terk ettim bu ahmak duvar kenarını.

Kaskatı kesilmiş ayaklarımı ağır ağır sürüyerek caddenin kıyısında sıra sıra dizili kafelerden birine doğru adımladım. Buluşacağımız yer yaşadığım site alanına yakın olduğundan buraya kısacık bir yürüyüşle gelmiştim ve yeniden yola koyulmadan önce biraz olsun ısınmak istiyordum. Bu yüzden cam kenarında kurulu küçük bir masaya oturdum, yalnız sıcak bir şeyler içmekti niyetim, sadece filtre kahve istedim yanıma gelen garsondan.

"Hâlâ aramadı." diye homurdandım, elimde sıkı sıkıya taşıdığım telefonumda gezindi bakışlarım. İstemsiz bir kıkırtı takıldı kırılgan fısıltımın peşine.

Gelmedi, gelmeyecek ve belki unuttu, belki de en başından beri gelmek istemedi.

İçime hasta ve de vahşi bir fare sürüsü gibi üşüşüp kırıntılardan ibaret kalan son neşemi de kemiren düşüncelerin yankısı, soğuktan çatlamış ellerimdeki ufacık yarıktan daha çok yaktı canımı.

Garsonun getirip önüme koyduğu kahveden küçük bir yudum aldım, dilimi kavuran sıcağı yüzünden titreyerek yutmuştum zift karası sıvıyı. Gözlerim çabucak yaşardı ve bu yalnız fiziksel bir tepkiden ibaret değildi. Oldum olası ağlak bir çocuktum ben, şimdi de ağlamaya pek müsait bir haldeydim sanırım, kirpiklerime tutunmuş yaşları parmak uçlarımla iteleyip derin bir nefesle doldurdum göğsümü.

Neredeydi, neden aramıyordu, başına bir şey mi gelmişti yoksa hâlâ yolda mıydı? Yalnız böylesi delirmiş ihtimallerle dolup taşıyordu aklım. O kafenin cam kenarında ne kadar oturdum, yarıladığım kahvemden kaç yudum aldım ve tadı kaçıncısında ekşimiş gelmeye başladı anlayamadım. Ancak beni nihayet aradığındaki saati biliyordum. Telefonumun ekranı onun adıyla aydınlandığında akşam sekiz buçuğu gösteriyordu vakit. Buluşmamız gerekenden neredeyse bir saat sonrasıydı yani.

"Efendim?" diye karşıladım soluk soluğa kalmış sesini. "Jisung, özür dilerim geciktim." oldu ilk dediği. "B-ben evden çıkamadan bir arkadaşım uğradı, gitmesini istesem kabalık olacaktı. Yetişirim sandım..." dedi, ardında bin bir türlü gürültünün geçip gittiği sesi kesik kesik süzüldü kulaklarıma ve camın ötesinde kalan akşamda gördüm onu.

leave me once and love me twice | minsungHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin