Giriş 1 Mayıs, 1999.

763 13 7
                                    

İstanbul'un en nezih semtlerinden birinde bulunan bir sitenin içindeki oldukça görkemli binanın en lüks dairesinde; sıradan olmayan bir sabah yaşanmak üzereydi. Beş yaşındaki Onur Zorlu, annesinin deyişiyle 'minik adam' sabahın sekizinde uyanmıştı her zaman olduğu gibi. Yumruk yaptığı elleriyle gözlerini ovalarken; minik çıplak ayaklarını yatağından aşağı sarkıtmıştı. Üstündeki araba desenli mavi pijaması onu öyle tatlı yapıyordu ki... Daha bu yaşta araba aşığıydı, bebekliğinden beri büyüyünce ne olmak istiyorsun sorusuna, " Araba!" diye cevap verirdi. Her sabah olduğu gibi o sabah da kalkarak, annesinin kahvaltı hazırlayıp hazırlamadığına bakmak için koşarak odasından çıktı. Annesi, İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde ikinci öğretim profesörüydü. Her sabah aynı saatte kalkıp annesini ona kahvaltı hazırlarken bulduğunda, "Ben de senin gibi siyah renkli çay içebilir miyim anne?" derdi heyecanla. Ama genellikle izin alamayıp portakal suyu içerdi. Oysa bu sabah, minik adamın beklemediği farklı bir şeyler vardı.
"Anne?" dedi gözlerini kırpıştırarak Onur. Annesinin yerde kanlar içinde yatan bedenine doğru bir adım attı. Korkmuyordu ama insan annesinden korkar mıydı hiç?
Ses gelmemişti annesinden. Halbuki o ne zaman anne dese, annesi ona 'AŞKIM' derdi. Şimdi ne olmuştu böyle? Annesi neden cevap vermiyordu?
"Anne..." diyerek bir adım daha attı, sonra bir adım daha. Minik dizlerinin üstüne çökerek elini annesinin koluna koydu ve buz gibi olmuş elini tuttu.
"Üşümüşsün anne, bekle!" diyerek ayağa kalkıp koşarak odasına gitti; araba desenli yorganını alıp sürükleyerek götürdü ve annesinin üstünü bir güzel örttü.
"Anne yorulmuş, yerde uyumuş..." dedi kendi kendine gülerek. Ama içten içe bir gariplik olduğunu hissettiği için de annesinin başından ayrılmadı, bekledi, saatlerce bekledi.
"Anne uyan..." diye fısıldadığında gözleri dolmuştu. Bir bebeğin, minik bir çocuğun gözleri dolar mıydı? Evet; Onur Zorlu'nun beş yaşında gözleri dolmuştu. Biliyordu, annesinin gittiğini, bir daha asla ve asla geri gelmeyeceğini biliyordu. Bittiğini ve bir daha asla başlamayacağını biliyordu annesiyle olan öyküsünün. Annesi gitmişti, kalanların bir önemi yoktu.
"Anne kalk," diye bağırdı gözyaşlarının arasından. "Anne!"
Günler önce izlediği bir çizgi film geldi aklına. Yaralanan bir kuş vardı çizgi filmde, "Houston pokus!" diyerek müthiş bir sihirle iyileştirmişlerdi o kuşu! Annesinin yüzüne baktı umutla birden.
"Hokus pokus!"  dedi annesine, hiçbir şey olmadı. Bekledi, bekledi...
"Hokus pokus!"  dedi bir kez daha yine olmadı, uyanmadı annesi.
"Sihir yaptım anne uyan!" Olmuyordu, sihir de işe yaramıyordu.
Artık hüngür hüngür ağlıyordu.
"Anne... Seninki gibi siyah çay içebilir miyim?" dedi gözyaşlarının arasından belki cevap verir diye.
Cevap gelmedi. Annesinden bir daha hiçbir zaman cevap gelmedi. Onur küçücüktü, annesinin sesini duymak istiyordu sadece. Tek isteği, tek dileği buydu o an.
"Acıktım anne!" dedi hıçkıra hıçkıra, belki uyanır da yemek hazırlar diye.
"Üşüdüm..." dedi, uyanır da ısıtır diye.
"Anne düştüm, kolum acıyor..." Sonra üzülür diye düzelterek, "Şaka şaka anne!" dedi gözyaşlarının arasından. "Düşmedim, acımıyor."

Ama olmadı, uyanmadı annesi. Saatlerce uğraştı, en sonunda yorgun düştü Onur. Küçük bedeniyle annesinin üstüne uzanarak, yanağına bir öpücük kondurdu. Uyuyakalmak üzereyken kulağına fısıldadı ağır ağır...
"Hokus... pokus..."
Bu sihir de işe yaramadı. Artık hiçbir hokus pokus geri getiremezdi annesini Onur'a. O an anlamıştı, sihir dene şey bir yalandı...

~Devam edecek~ 
Oy verip yorum yapmayı unutmayın.    494 kelime

Karantina- Mahşerin Dört Atlısının Hikayesi  -Beyza Alkoç-Where stories live. Discover now