Ben Zeynep, on yedi yaşındayım. İstanbul'da, yaşadıkları her türlü soruna şahit olduğum anne ve babamın yanında yaşıyorum. Hayatımda üç kez okul değiştirdim ve üçüncüsü gerçekleşeli sadece bir gün oldu. Bugün benim yeni okulumda birinci günüm. Babamın işi değiştiği için, bir koleje geçmem konusunda yapılan ısrarlar sonucunda yazıldığım ve okul müdürümüzün, "Burada hayat var," dediği büyük okulumda ilk günümü yaşıyorum. Üç saattir burada olmama rağmen sadece bir derse girebildim çünkü bir felaketin ortasındayım.
Neler olduğunu çok fazla anlayamadım, sadece şu kadarını fark ettim. Dersten acil bir anonsla çıkarıldık, konferans salonuna toplandık; burası cehennemden beter. Müdür konuşmaya çalışıyor, kimsenin dinlemediğini bile bile bir şeyler anlatmaya çabalıyor. Ben dinliyorum, dinlemeyi sevdiğimden değil, konuşmaları bitiren eylemin dinlemek olduğunu bildiğimden.
"Çocuklar! Eğer şuan susmayan olursa, ismini aldığım gibi kaydını sileceğim!"
Sessizlik. Ne olması bekleniyordu, bu şekilde devam edilmesine izin çıkacağı mı? Eski okulum böyle değildi tamam, orada da gürültü olurdu ama burası bir başka. Hiçbir şey umurlarında değil, gülüyorlar. Oysa ciddi bir durum olduğu belli. Onları susturan yegâne tehdit, durumun ailelerine gideceği olmamalı ama bunu onlara anlatamayız. Yine de başımı dikleştirdim, susan suratlara gururla baktım sanki ben susturmuşum gibi. Tam o sırada kızın biri yanımdan "Çekil şuradan!" deyip kolumu iterek geçince gururumun söndüğünü fark ettim. Aptal kız, en ufak bir sorun yaşamasam olmaz, değil mi? Başımı sahneye çevirdiğimde okul müdürümüzün mikrofona doğru konuşmaya başladığını gördüm.
"Acil bir durumdayız. Şu an bütün sağlık birimleri, okulumuzun içinde bulunduğu duruma kilitlenmiş durumda. Bunu size nasıl söylerim bilmiyorum... Ama söylemek zorundayım. Çocuklar... Bir felaketin ortasındayız."
Kısa ve net olarak durum buydu, bir felaketin ortasındaydık. Ne olduğunu anlayabilmek için vücudumu dikleştirdim. Ne vardı? Yangın mı, deprem mi? Ne?
"Hocam rehin mi alındık? Beni vursunlar, güzel kızlara bir şey olmasın, selam kızlar," diye atıldı ön koltuklardaki çocuklardan biri, salon buna inanamaz gibi gülüşürken müdür alnındaki teri sildi.
"Çok daha kötüsünü yaşıyoruz! Dokuzuncu sınıflardan bir kız öğrenci, yarım saat önce revire getirildi. Kendisine salgın bir hastalık teşhisi kondu. Revir doktorumuz Hakan Bey, bunu gerekli sağlık birimlerine bildirdiği an kapıyı kilitlememizi emrettiler. Bütün sağlık ve emniyet birimleri şu an yolda. Ama telefondan anladığımız kadarıyla... Okulumuz karantinaya alınıyor arkadaşlar."
Şok çığlıkları... İnanamaz kahkalar... Savrulan küfürler... Şaşkın bakışlar ve çatık kaşlar...
Evet... Bir felaketin ortasındayız.
Okulda ilk günüm. Annem daha evden çıkarken alnımdan öptü ve bugünümün iyi geçeceğine emin olduğunu söyledi kulağıma.
Gülümsemeye çalıştığımı hatırlıyorum. Ama içten içe biliyordum, işim içinde ben varsam o iş iyi gitmezdi. Ben tehlikeliydim ve benim psişik bir uğursuzluğum vardı. Hiçbir yere alınmamalı, hatta bu okuldan derhal atılmalıydım. Benim yüzümdendi, hiçbir sorun yaşamayan okul benim uğursuzluğum yüzünden yaşıyordu bu sorunu, emindim. Ayağımın tozuyla gelip...
"Şimdi sizden tek istediğim şu, sorun çıkarmayın. Kaç gün burada kalırız bilmiyorum ama bu geceyi burada geçireceğimiz kesin. Okulun içindeki her odanın kapısı tek tek açıldı. Spor salonu, kantin, kütüphane, yüzme salonu, sahalar, projeksiyon odası... Sınıflar zaten açıktı ve açık kalacak. İstediğiniz yerde vakit geçirebilirsiniz, tek istediğim sorun çıkmaması. Zaten bir öğrencimizin acısını yaşıyoruz, bir de sizden birinin başına gelecek başka bir olayı kaldıramayız. Ve dikkat etmenizi istiyorum, bu hastalık hepinize bulaşmış olabilir. Eğer herhangi bir belirti gören varsa anında revire gidecek!" dedi ve emreder gibi ekledi.
"Anlaşıldı mı?"
"Anlaşıldı." Boğuk, mutsuz, korku dolu bir cevaptı bu. Hepimizin ağzından çıkan bu sözcükten sonra salon dağıldı. Ne yapacağımı bilmiyordum, okulda tanıdığım kimse yoktu. Güvendiğim bir tek telefon vardı. Nerede vakit geçirecektim, ne yapacaktım? Annemleri arayıp haber vermeliydim belki de ama istemiyordum, binlerce soru cevaplamak istemiyordum. Telefonu kaldırdığım gibi uçak moduna aldım ve dışarıdan gelen aramalara kapatıp sadece internetini açtım. Koridorda ağır ağır ilerleyerek kendimi kızlar tuvaletine atıp boş kabinlerden birine girdim. Klozetin kapağını kapatıp üstüne oturdum, kulağıma kulaklıklarımı taktım; dizlerimi yukarı doğru çekerek başımı dizlerime yasladım. Bu şekilde saatlerce durabilirdim ve aslına bakarsınız durdum da. Saatlerce, klozetin üstünde oturup müzik dinleyerek burada böylece bekledim. Bir ara uyuyakaldığımı hatırlıyorum. Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum ama rüyamı bile hatırlamayacak kadar derin uyudum.
Tuvaletin içi havasız gelmeye başlayınca çantamı almak ve dışarı çıkmak için ayağa kalkmıştım ki bir an çantamın yanımda olmadığını fark ettim. Şok içinde tuvalette kendi etrafımda dönüp bir kez daha bakındığım sırada durum aklıma geldi. Çantamı bir geri zekâlı gibi sınıfta bırakmıştım, anında tuvaletten çıktım. Aynada kendi yansımamı gördüğümde, üstümü başımı düzeltmem gerektiğini fark ettim. Elimi saçıma götürdüğüm sırada gözüm önce tuvalet camına kaydı, dışarısı karanlıktı. Saat yediyi geçmiş olmalıydı. Gözlerimi tekrar aynaya çevirdiğimde birdenbire tuvaletin ışıkları bir kez gitti geldi. Kaşlarımı çatarak bir adım attım.
"Kimse var mı?" diye seslendim kabinlere doğru. Ses çıkmayınca tekrar aynaya dönüyordum ki bu sefer ışıklar tamamen gitti. Olduğum yerde sıçradım korkuyla.
"Kimse yok mu?" diyerek kapıya yöneldim. Ellerimle tutunarak, tuvaletin kapısını açtım ve dışarı çıktım. Koridor karanlıktı; aslına bakarsınız şu an okulun içi tamamen karanlıktı. Düşmemeye dikkat ederek ağır ağır yürürken, nereye gittiğimin farkında bile değildim. İlerledim, koridorun sonuna ulaştığımda karşıdaki camdan cadde ışıklarının az da olsa içeri vurduğunu fark ederek başımı diğer koridora doğru uzattım.
O an garip bir şey oldu.
Gözlerimi kırpıştırdım, sıkıca kapattım ve tekrar açtım. Gördüğüm şeyin gerçek olmadığına, yanıldığına emindim ve bu yüzden sakindim, sakin olmalıydım... Aman Tanrım... Sakin kalamazdım. Gözlerimi tekrar kapattım, ellerimle iyice ovup açtım. Oradaydı... hâlâ oradaydı... yerde; kanlar içinde yatan sarı saçlı, uzun boylu zayıf bir kız vardı. Şok içinde oraya doğru bir adım attığım sırada, birinin beni arkadan yakaladığını fark ettiğim an, ağzımdan büyük bir çığlık bırakıyordum ki bir el ağzıma kapandı.
"Sakın!" dedi elin sahibi. Gözlerim kocaman açılmış, ela gözlerin ardındaki sis bulutunu görmeye çalışırken ellerinden kurtulmaya çalışıyordum. Ela gözlerin sahibi ise beni bırakmaya niyetli değildi, öyle güçlüydü ki kıpırdayamıyordum. Bana gözleriyle emreder gibi bakıyordu.
"Sesini çıkarmayacaksın," diye fısıldadı. Korkuyla tir tir titreyerek ona baktığım sırada, başını sağa ve hemen sonra ağır ağır sola salladı.
"Ağzını açacağım ama sesini çıkarmayacaksın." Başımı salladım korkuyla. Gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Elini ağır ağır elimden çekti gözlerini gözlerimden ayırmadan. Ağzımı açtığı anda ufak bir çığlıkla koridorun soluna doğru koşuyordum ki beni tekrar tutup, ağzımı bir kez daha kapattı. Tanrım... Katil oydu... Cinayeti görmüştüm! Katil oydu!
"Sen laftan anlamaz mısın?" Eliyle ağzıma beni öldürmek istermişçesine baskı yaparken diğer eli de kolumu sıkmakla meşguldü. Beni de öldürmek üzereydi. Kolları arasında yaralı bir kuş gibi çırpınıyordum. Telaştan, mantıklı tek bir düşünce bile geçmiyordu aklımın ucundan. Keşke Franz Kafka'nın Dönüşüm kitabını okusaydım da öyle ölseydim! Onu okumadan ölmek istemiyordum.
"Sus," diye fısıldadı, "kes sesini." Haklıydım, katil oydu. Hayatım buraya kadardı. Ölümümü böyle hayal etmemiştim; ölümüm denizde olsun isterdim, okulumda değil, en nefret ettiğim yerde değil.
"Aferin, işte böyle." Ben ölümüme odaklanıp sakinleştiğimde, durumu onayladığını fark ettim. Minik bir bebeğe tuvalet alışkanlığı kazandırır gibi sabırla baktı yüzüme; iyice sakinleşmemi bekliyordu. Kolumdaki eli gevşemişti, gerçi kaçmaya kalksam yine sertleşecektir ama kaçmayacak, öleceksem ölecektim.
"Şimdi, ağzını açacağım ve konuşacağız." Önerisi beni güldürecek nitelikteydi ama böyle bir anda gülecek değildim. Başımı salladım.
"Aferin," dedi bir kez daha. Eli yavaş yavaş ağzımdan çekildiği an yüzüne tükürerek.
"Onu öldürdün!" diye haykırdım. Karşımda kaya gibi sert duruyor, yüzündeki tükürüğümü bile silmiyordu. Cidden bir gariplik vardı. Kimin yüzüne tükürseniz ilk iş tükürüğü silmek olurdu ama bu çocuğun umrunda bile değildi.
"Sen aptal mısın?" Sorusunu hiç hoş bulmayarak kaşlarımı havaya kaldırdım.
"Sen... Sen onu öldürdün..." diye yineledim bir kez daha. Taşlaşmış gözleri milim kıpırdamıyordu. Ellerini duvara, iki yanıma dayadı ve yüzüme onaylamazca baktı.
"Sence onu öldürsem ve buna şahit olduğunu görsem, anında seni de öldürmez miydim? Bir katil konuşmaya çalışmaz. Bunu tahmin edemeyecek kadar korkmuşsun, şu haline bak korkudan öleceksin." Yutkundum, gözlerimi kaçırıp karşı camdan yansımamı görmeye çalıştım. Karşımdaki çocuğun uzun boyundan kendimi göremiyordum bile. Ama ne halde olduğumu tahmin edebiliyordum; tir tir titreyen, iki büklüm kalmış, kahverengi saçlı, zayıf bir salaktım şuan.
"Evet, şimdi susacak mısın?"
"Susmayacağım! Sen ne tür bir aptalsın?" Tek gözünü kapatıp anlam vermeye çalışır gibi baktı bana.
"Aptal... Güzel kelime! Ama arkadaşlarım bana Onur der."
"Memnun oldum, gerçekten şu an tek ihtiyacım adını öğrenmekti!"
"Şimdi kapa çeneni. Bak... Bu cesedi birlikte gördük aynı anda ve olayın üstünü kapatacağız," dedi.
"Nasıl bir psikopatsın sen? Şu anda bir ölüyle birlikteyiz... Bir cinayet işlenmiş. Nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyorsun!" Burnunu çekti bir kez daha.
"Ben ölülerle aynı ortamda bulunmayı çocukluğumda öğrendim. Ölü annemle yedi saat aynı evde kalmak zorunda olduğum gün." Boğazıma bir şey takılı kalmış gibi yutkunmaya çalıştım ama olmadı. Bu gerçek olabilir miydi? Gözlerimi gözlerine dikerek, gözlerinde bir kanıt aradım. Ela gözleri sert ve duygudan yoksundu.
İçimden bir ses, bunları yaşamış bir insan bu kadar sert olamaz derken diğer ses, asıl bunları yaşamış bir insan kendini taşa çevirir diye bas bas bağırıyordu.
"Ben... üzgünüm. Yani başın sağ olsun..." diye gevelediğim sırada sırıtmaya başladığını gördüm. Yüzüme sırıtarak uzun uzun, rahatsız edici bakışlar attı.
"Başım mı sağ olsun!" diye mırıldandı dalga geçer gibi, "Aklının yarısı biraz ötemizde duran şu cesette, şimdi diğer yarısı geçmişimi sorguluyor, değil mi? Üzgünmüş... Üzgün olman hiçbir şeyi değiştirmez, bu kadar zayıf olma." Onu üstümden yavaşça itmeye çalışıyordum ki kaşları havaya kalktı.
"Çekil, gerçekten ölüp ölmediğine bakmak istiyorum." Önünden çekildiği an şaşkınlıkla baktım yüzüne, çekilmesini beklemiyordum.
"Yiyorsa git bak," diye mırıldandı, "ama çabuk ol, sonra konuşacağız." Aynı cümleyi ikinci kez kuruyordu ve bu artık sinirlerimi bozmaya başlamıştı. Omuz silkerek yerde yatan kıza doğru bir adım attım sanki bir şey yapabilecekmişim gibi. Yapamazdım, haklıydı. Sandığınız gibi kolay değildi; yerde öylece kanlar içinde yatıyordu ve suratı bembeyazdı. Yanına gidip nabzını kontrol etmek benim için imkânsızdı. Yutkundum, dikkatlice Onur denen şu çocuğa doğru döndüm. Beni izliyordu; bilmiş bir ifade vardı yüzünde.
"Tamam, konuşalım." Haklı çıktığı için gururlu görünüyordu.
Başını salladı.
"Kimse bilmeyecek," diye açıkladı kısaca; "sadece okul müdürüne söyleyeceğiz ve cinayet haberi yayılmayacak."
"Neden?(!)" dedim merakla itiraz eder gibi. Bence herkes bilmeliydi.
"Çünkü okul müdürü benim babam, tamam mı?" deyince, şok içinde baktım yüzüne. Okul müdürünün oğlu muydu bu çocuk! Okul müdürünün oğluyla birlikte, okulda işlenmiş bir cinayete tanık olmuştum! Tanrım... Neler oluyordu?(!)
"Kaos yaratmak istemeyiz," diye devam etti, "öğrenilmesi felakete sebep olur. Sadece ikimiz bileceğiz, sen ve ben, anladın mı? Eğer bir başkasının ağzından bu olayla ilgili tek bir kelime duyarsam, bunu senden bilirim ve..."
"Hassiktir!" Onur'un sözünü kesen tanımadığım erkek sesini duyduğum anda şok içinde korkuyla yerimde sıçradım. Elimi Onur'un koluna götürdüm, ikimizin de bakışları koridorun sağına, bizim hemen yanımıza yönelince, tanımadığım iki erkeğin cesede doğru şaşırarak baktıklarını gördüm. Bakışlarımı Onur'a çevirdiğimdeyse; yüzünde korku değil küfür dolu bir ifade vardı.
"Size şu siktiğimin okulunda bir kere de peşimden gelmeyin demiştim," dedi sıkıntıyla Onur, demek ki tanıyordu. Şu an durum o kadar garipti ki korkunun yarattığı saflık geçtiğinde sinir krizi geçirecektim. Yanımızda bir ceset vardı ve ikimizin arasında kalacak dediğimiz sırada Onur'un iki arkadaşı daha öğrenmişti.
"Hassiktir abi hassiktir!" dedi çocuklardan biri; şu simsiyah saçlı olan. Onur bana döndü.
"Burak ve Mert, arkadaşlarım." Yutkundum, çocuklar gözlerini sarışın kızın ölü bedeninden ayıramıyorlardı. Onur onlara doğru dönerek derin bir nefes aldı.
"Kendinize gelin. Yarım saattir başındayım, kıpırdanma yok, yaşam belirtisi yok. Kız öldü, yapılacak hiçbir şey yok. Bakın, bunu tekrarlamayacağım. Bu olay sır olarak kalacak. Şu an okulun içinde bir katil var, eğer bu yayılırsa okulda kaos çıkar ve bu durum okulun sonu olur. Şimdi beni dinleyin. Hepimiz burada kalıp dikkatlı bir şekilde hayatımıza devam edeceğiz,"
dedi. O an kafama dank etti her şey. Hassiktir, diye düşündüm Burak gibi. Hassiktir...
Okulda bir katil var! Cesetten öte, bir katil var!
"Abi sen delirdin mi?(!) Herkese yaymak zorundayız, bu lanet yerden kaçmak zorundayız!" Mert, içimden geçenleri söyledi resmen. Burada kalamazdık, bir katil, bir ceset ve bir hasta vardı bu okulun içinde.
Biz... Bir felaketin ortasındaydık.
"Kaçmak yok, beni dinleyeceksiniz. Bu işte birlikteyiz ve ayrılmayacağız. Katil bulunacaksa biz buluruz. Kimseye anlatmak ve hiçbir yere gitmek yok. Her şey düzelen kadar buradayızve yan yanayız. Anlaşıldı mı? Mert? Burak? Yeni kız?"
"Zeynep..." diye fısıldadım ismimi durumun yarattığı darbeyle.
"Anlaşıldı mı?" diye tekrarladı yüzüme bakarak.
Donuk bir yüzle bakarken yüzüne, cevap verebilecek halde değildim. Şu an yere çömelip hüngür hüngür ağlamak, sonra da üzüntüden ölemk istiyordum. Bunlar başıma geliyor olamazdı, ben bunları yaşıyor olamazdım. Ama yaşıyordum, buradaydım ve bunları yaşıyordum. Daha önce adını bile bilmediğim üç çocukla aynı kaderi paylaşıyordum. Dahası, biz artık bir takımdık.
"Anlaşıldı."
~Arkadaşlar bayadır yoktum üzgünüm birde yazı hatası varsa kusura bakmayın oy verin ve yorum atın iyi okumalar 1974 kelime~
YOU ARE READING
Karantina- Mahşerin Dört Atlısının Hikayesi -Beyza Alkoç-
AcciónYıldızları görebilmek için duvarları arasında yaşadığımız evimizden vazgeçtik. Bunu yazmak istedim çünkü çok güzel bir kitap burda da yaygınlaşsın.