Nerede bir canlı gördüysem, orada bir güç istenci gördüm.

2 0 0
                                    


Güç, bütün canlılar için gereklidir. Özellikle, çok uzun zaman önce, dünyanın kıraç toprağına atılan insan, hayatta kalma umudu ve gereksinimi içinde, dünyayla ve hem cinsleriyle olan mücadelesindeki her noktada güçlerini kullanması ve karşıt kuvvetlerle uğraşması gerektiğini keşfetti. Çağlar boyunca tehlikede olmasına, kısıtlama ve zayıflıklarla boğuşmasına, hastalıklarla ve nihayet ölümle alt edilmesine rağmen insan, güçlerini yaratıcılıkla ortaya koydu. Bunun ürünlerinden biri de medeniyettir.

Güç (power) kelimesi, Latince "muktedir olmak" anlamındaki posse kelimesinden gelir. Gücün ortaya çıkmasının belirtilerini, bebek dünyaya gelir gelmez, beslenmek için ağlamasında ve kollarını hareket ettirmesinde görebiliriz. Varoluşun işbirlikçi, sevecen yar; üstesinden gelme ve güçle yan yanadır. Ancak yaşamın tatmin edici olması için ikisi de ihmal edilmemelidir. Dünyadan zevk almak ve hemcinslerimizin desteğini kazanmak istiyorsak, güçlerimizden feragat etmemeli, işbirliğine yönelik kullanmalıyız.

Bebeğin gereksinimlerle başa çıkma kapasitesi, gelişen yetişkinde, özsaygı ve bir kişi olarak önem hissini elde etme mücadelesi haline gelir. Bu İkincisi, bebeğin biyolojik yaşam nedenine karşın yetişkinin psikolojik yaşam nedenidir. Farkına varılmak için ağlamak esas psikolojik ağlama haline gelir: Ben'im diyebilmeli, kendimi ortaya koyma yeteneğimle anlam verdiğim, anlam yarattığım bir dünyada kendimi olumlayabilmeliyim. Ve bunu doğanın benim mücadelelerimin karşısındaki fevkalade kayıtsızlığına rağmen yapmalıyım.

Nietzsche'nin "güç istenci" sözünde, günümüzün rekabetle ilgili "güç" veya "istenç"i değil, kendini gerçekleştirme ve öz güncellemeyi kastettiğini akılda tutmamız önemlidir. Eğer gücü yalnızca aşağılayıcı anlamda düşünmezsek, Nietzsche'yi daha iyi anlarız.

Gücü, düşmanlarımız için geçerli olan bu istismar ifadesi olarak değil, (yani onları güdüleyen güç, bizim motivasyonumuz ise iyilikseverlik, sağduyu ve ahlaktır), yaşam sürecinin asli bir yönünün tanımı olarak kullanıyorum. Gücün bizzat yaşamla özdeşleştirilmesi gerekmez, insanın varoluşunda güçle bağlantılı olabilecek veya normalde bağlantılı olan çok şey -merak, aşk ve yaratıcılık gibi- vardır, ancak bunlara özünde güç denmesi gerekmez. Oysa günümüzde gücün yanlış kullanımın yıkıcı etkilerine karşı verilen tepkide olduğu gibi, güç faktörünü göz ardı edersek, bir insan olarak varoluşumuz için elzem değerleri kaybederiz.

İnsan yaşamının büyük bir bölümü, bir tarafta güç (diğer insanları ikna etmenin etkili yolları, kişinin insan ilişkilerinde değer hissini elde etmesi gibi) ile diğer tarafta güçsüzlük arasındaki çatışma olarak görülebilir. Bu çatışmada, hem "güçdürtüleri"nin çağrıştırdığı kötücül anlam nedeniyle, hem de güçsüzlükle yüzleşmek çok acı verici olduğu için, her iki tarafı da bloke ettiğimiz için daha çok zorlanırız. Aslında insanların güç meselesiyle yüzleşmekten kaçınmalarının asıl nedeni, güçle yüzleştiklerinde, güçsüzlükleriyle de yüzleşmek zorunda kalacak olmalarıdır.

Güçsüzlüğe, daha kişisel olan acizlik veya zayıflık olarak atıfta bulunulduğunda, birçok kişi bunun yükü altında ezildiğini hissedecektir. "Aslında, günümüzde hiçbir sosyal duygu, kişisel güçsüzlük inancından, rahat bırakılmama, üstüne gelinme, eziyet edilme hissinden daha yaygın değildir," diye yazmıştır Arthur M. Schlesinger. Jr. Hans Morgenthaupolitik bir yorumda bulunur: "İnsanların uğruna yüzyıllardır mücadele verdikleri çoğunluk egemenliği, 150 yıl öncekine göre insanların hükümetlerini etkilemede daha aciz ve güçsüz olduğu bir durum yaratmıştır." Devletin dayanılmaz yıkıcı gücü, size veya bana hiç aldırış etmeden ezer geçer. Artık halk yığınları, "Amerika dünyanın en güçlü devletidir" gibi olağan bir güven duygusu olmadan yaşamaya alışmak zorunda kalıyor. Bu güven duygusu uygunsuz olsa da bir çok insan, geçmişlerinin anlamı adına buna dört elle sarılıyordu.

Güçsüzlük hislerimizi kabul etmek; birçok insanı etkileyemediğimiz, fazla bir önemimiz olmadığı, anne babamızın yaşamlarını adadıkları değerlerin bizim için temelsiz ve değersiz olduğu, W. H. Auden'ın ifade ettiği gibi, kendimizi "meçhul diğerleri" gibi hissettiğimiz, diğer insanlar için önemsiz olduğumuz, dolayısıyla kendimiz için de çok değerli olmadığımızı kabul etmek gerçekten de zordur. Geçtiğimiz kırk yılda, bireyin yetenek ve potansiyelleri hakkında bu kadar çok laf edildiği ve bireyin psikolojik veya politik olarak bir fark yaratma gücü hakkında bireye bu kadar az güven duyulduğu başka bir zaman olduğunu hatırlamıyorum. Bu laflar en azından kısmen, güç kaybımızı fark etmemizle yaşadığımız rahatsızlığın bir belirtisidir.

Bu sebepten, birbirimizi gezegen üzerinden yok edecek gücün parmak uçlarımızda bulunduğu bu geçiş çağında, bazı kişilerin insanlar üzerinde yapılan deneylerden vazgeçmemizi önermeleri anlaşılabilir bir şeydir. Dr. Kenneth B.Clark, Amerikan Psikologlar Derneği'ndeki başkanlık konuşmasında şöyle demiştir: "İnsanların kişisel ruh haline veya seçimlerine güvenemeyeceğimiz çok tehlikeli zamanlarda yaşıyoruz... Artık iktidardaki adamları kontrol edemiyoruz, bu yüzden liderlerimizi kontrol altında tutmak için sakinleştiricilere başvurmalıyız." Dr. Clark'ın bu önerinin dürtüsünün kaynağı olan, Harlem ile siyahların güçsüzlüğüne dair geçmişinden gelen bilgilerini dikkate aldığımızda, bu umutsuzluğu anlayabiliriz. Ancak aynı zamanda, modem insanın saldırganlığını tedavi ettiği ve "işbirliğine yönelik" bir kişilik geliştirdiği iddia edilen yeni kimyasalların keşfini üzülerek okuduğumuzda, bu ilaçların kullanımının kişilik kaybı ile kişisel sorumluluk duygumuzun kaybına yol açtığını da idrak ederiz. Aslında bu alternatif, kişinin insanlığından gitgide feragat etmesi anlamına gelir.

Kendimizi kontrol etmede çok başarılı olamadığımıza dikkat çeken başka psikologlar, işlemsel şartlandırma uygulamasıyla bizim yerimize kontrol etmeyi öneriyorlar. Çocuklarımızı saldırgan eğilimlerinden kurtarıp, uysal ve söz dinler kılacak yeni yetiştirme yöntemleri olduğunu duyuyoruz. Acaba umutsuzluğa kapılmış bu insanlar, H. G. Wells'in "Zaman Makinesi"nde, insanların iki gruba ayrılıp; edilgenliğe mahkûm edilmiş, uysal, koyun gibi, eti yumuşak çoğunluğun, mühendislerden oluşan diğer sert grup tarafından yendiğini unuttu mu acaba, diye dehşet içinde kendime sormadan edemiyorum.

Cesaret kaybı teorileri, güç kullanımının modem dünyaya çok büyük zarar verdiğinin gözlenmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Önerilerin çekiciliğinin nedeni, aynı anda hem güce karşı tepkiyi ifade etmeleri hem de bir ütopya vaat etmeleridir. Bunlar, güçsüzlük tehdidi altında olan, gücün yerine bir şey koymaktan umudunu kesmeyen insanlar arasında güçlü taraftarlar bulacaktır. David McClellan'in dediği gibi: "Amerika'nın, gücün olası yanlış kullanımı hakkındaki endişesi zaman zaman nevrotik bir takıntıya doğru gidiyor." Gelgeldim asıl soru, bu teorilerin doğru veya yanlış olup olmadıkları değildir. Kendimizi saldırganlık eğilimlerinden kurtarmaya çalışarak, insanlığımız için elzem değerleri -öz olumlama ve kendini ortaya koyma gibi- gözden mi çıkarıyoruz? Böylece güçsüzlük hissimize çok büyük katkıda bulunup, o ana kadarki her şeyi gölgede bırakacak bir şiddet patlamasına zemin hazırlamış olmuyor muyuz?

Çünkü şiddetin gelişme alam zayıflık ve duyarsızlıktır. Saldırganlık sıklıkla tırmanarak şiddete dönüştüğü için, insanların saldırganlıktan vazgeçmeleri ve korkmaları anlaşılabilir bir şeydir. Anlaşılamayan şey ise duyarsızlığa yol açan ve yukarıda sözü geçen, saldırganlığın kökünü kazıma planlarının yol açabildiği güçsüzlük halinin şiddetin kaynağı olduğudur. İnsanları güçsüzleştirdikçe, şiddet duygularının kontrolünü sağlamaktan çok artırırız. Toplumumuzdaki şiddet eylemleri büyük ölçüde, öz saygılarını oluşturmaya, benlik saygılarını savunmaya ve kendilerinin de önemli olduğunu göstermeye çalışanlar tarafından yapılır. Bu motivasyonlar ne kadar raydan çıkmış, ne kadar yanlış kullanılmış veya dışavurumları ne kadar yıkıcı olursa olsun, kişiler arası ilişkilerdeki pozitif ihtiyaçların göstergeleridir. Yeniden yönlendirilmeleri zor olsa da bu ihtiyaçların potansiyel olarak yapıcı oldukları gerçeğini göz ardı edemeyiz. Şiddet güç fazlalığından değil güçsüzlükten doğar. Hannah Arendt'in çok iyi bir biçimde ifade ettiği gibi, şiddet zayıflığın ifadesidir.

You've reached the end of published parts.

⏰ Last updated: Oct 29, 2023 ⏰

Add this story to your Library to get notified about new parts!

saat, gün ve mekân: hayatın parçalanması.Where stories live. Discover now